23 Mart 2010 Salı

Nazilerle - Radikal Siyonistler Arasındaki İş Birliğinin Anlatılmamış Öyküsü


1935 yılının başlarında, Almanya'nın Bremerhaven Limanı'ndan Filistin'in Hayfa kentine gitmek üzere bir yolcu gemisi denize açıldı. Sancak kısmında İbranice harflerle geminin adı yazıyordu: Tel-Aviv. Ancak geminin direğinde dalgalanan bayrak, ortasında gamalı haç yer alan Nazi bayrağıydı. Benzer bir paradoks, geminin sahipleri ve kullanıcıları için de geçerliydi. Tel-Aviv gemisinin sahibi Cermen topraklarındaki Siyonist hareketin önde gelenleri arasında yer alan bir Alman Yahudisiydi. Gemiyi kullanan ise Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi'nin bir üyesiydi.

Gemideki yolculardan biri, on yıllar sonra Tel-Aviv'in içinde bulunduğu konumu "metafizik bir çelişki" olarak yorumlayacaktı. Oysa Tel-Aviv gemisinde simgeleşen Nazi- radikal Siyonist iş birliği hiçbir şekilde bir çelişki oluşturmuyordu. Aksine, gemi, resmi tarihi yazanların bizlerden özenle gizlemeye çalıştıkları bir gerçeğin küçük bir örneğiydi. Peki ilk duyulduğu anda inanılması zor gelen bu garip ittifakın mantığı nedir?
Diasporadan Siyonizme

Tarihin en eski uluslarından biri olan Yahudiler, MS 70 yılına dek, asırlardır Filistin ve çevresinde yaşıyorlardı. 70 yılında Roma orduları Filistin'i ve Kudüs'ü ele geçirdiler, ulusun en önemli sembollerinden biri sayılan Kudüs'teki Süleyman Mabedi'ni yıktılar ve Yahudilerin çoğunu da ülkeden sürdüler. O tarihten sonra da, Yahudiler için asırlar sürecek olan diaspora dönemi başladı. Dünyanın farklı köşelerine dağıldılar. Çok sayıda Yahudi, başta İspanya ve Doğu Avrupa olmak üzere Avrupa'nın farklı köşelerine yerleşti. Burada dikkat çekici olan, Yahudilerin dağıldıkları ülkelerde hemen hiç asimile olmamalarıydı.

Yahudilerin asimile olmayışlarının iki ayrı nedeni vardı. Birincisi, Muharref Tevrat'a eklenmiş olan "seçilmiş halk" inancı nedeniyle bazı Yahudilerin kendilerini diğer toplumlardan üstün görmeleriydi. Kendilerini üstün bir halk olarak algıladıkları için, diğer "aşağı" ırklara karışmak, onların içinde erimek söz konusu Yahudilere kabul edilemez bir boyun eğiş gibi geliyordu. Asimile olmayışlarının son derece önemli bir ikinci nedeni ise, yanlarında yaşadıkları toplumların Yahudilere bakış açısıydı. Özellikle Avrupalılar, Yahudilere pek sıcak bakmıyorlardı. Hıristiyanlar Ortaçağ boyunca, Yahudilere ciddi bir antipati beslediler. Katolik Avrupa düzeni Yahudileri, Yahudiler de Katolik Avrupa düzenini sevmediler.

Bu durum Yahudilere ilginç bir sosyolojik konum kazandırdı. Kurulu düzenden memnun değildiler ve daha da önemlisi bu düzeni değiştirmek için kullanılabilecek bir güce sahiptiler. Bu güç, özellikle paraydı. Paranın kaynağı ise, Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca Avrupalı Yahudilerin büyük çoğunluğunun bir numaralı mesleği olan tefecilikti. Kilise, Hıristiyan inancına göre haram olan faizle borç verme işini, yani tefeciliği kendi bağlılarına yasaklamıştı. Oysa Yahudi olmayanlara faizle borç vermek, yasak olmak bir yana, Yahudi inanışının önemli hususlarından biriydi. Avrupalı Yahudiler, bu noktadan hareketle Ortaçağ boyunca tefecilikle özdeşleştiler. Babadan oğula aktarılan bu meslek sayesinde de, büyük bir para birikimine kavuştular. Öyle ki, Ortaçağ'ın sonlarında Yahudi tefeciler prenslere, hatta krallara faizle borç verir hale gelmişlerdi.

Bazı Yahudilerin elde ettiği bu ekonomik güç, az önce de belirttiğimiz gibi, Avrupa'daki kurulu düzenin yıkılması için kullanıldı. Bu Yahudiler, Ortaçağ'ın sonlarında başlayan ve Protestan Reformu ile doruğa çıkan Kilise aleyhtarı hareketlere destek oldular. Jan Huss, Luther, Calvin, Zwingli gibi Katolik Kilisesi'ne karşı doktrinler geliştiren din adamlarının birtakım Yahudilerle iyi ilişkiler içinde olması ve Katolik Kilisesi'nin bunları "yarı-Yahudi" ya da "gizli-Yahudi" olarak tanımlaması bunun birer örneğidir.

Protestan Reformu Katolik Kilisesi'nin gücünü azalttı ve özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde Yahudilere birtakım haklar ve ayrıcalıklar kazandırdı. Ama kendilerini "seçilmiş halk" olarak tanımlayan ve tüm diğer uluslardan üstün gören Yahudilerin bir kısmı için bu yeterli değildi. Söz konusu Yahudiler ekonomik güce sahiptiler, fakat siyasi güçten yoksundular. Siyasi güç Kilise, krallar ve aristokrasi arasında paylaşılıyordu. Bu noktada bazı Yahudilerin bu üç sınıfa da dahil olmayan yeni bir sosyal sınıfın, yani yaygın deyimle burjuvazinin önemli bir parçası haline geldiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, 18. ve 19. yüzyılda kimi Yahudi bankerler Avrupa'nın en önemli ekonomik gücü haline geldiler. Özellikle Rothschild hanedanının elde ettiği ekonomik güç, 19. yüzyılda efsanevi bir boyuta ulaşmış, Rothschildler Avrupa'nın ekonomik imparatorları olarak anılır olmuşlardır.

İçinde Yahudilerin bu denli önemli bir yer tuttuğu burjuvazi sınıfının siyasi güce kavuşması, bilindiği gibi, Fransız Devrimi ve onu izleyen reform ve devrimlerle gerçekleşti. Fransız Devrimi'nin alt yapısını oluşturan Aydınlanma akımının önde gelen düşünürleri, dinin toplum hayatında yönetici bir rol oynamasına karşı çıkmışlar, ayrıca monarşi rejimini kötüleyerek demokrasiyi savunmuşlardı. Yaşanan gelişmeler Yahudilerin Hıristiyanlarla tamamen eşit haklara sahip olmasına olanak sağlıyordu. Nitekim Fransız Devrimi'ni izleyen dönemde, Yahudiler Avrupa'nın dört bir yanında Hıristiyanlarla eşit haklar elde etmeye başladılar. Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunda, olması gerektiği gibi, Yahudiler üzerindeki hukuki ve toplumsal kısıtlamalar kaldırıldı. Avrupa'da artık Yahudiler de düzen içinde Hıristiyanlarla eşit haklara sahip olmuşlardı. Artık onlar da devlet kademelerinde yükselebilir, siyasi güce el uzatabilirlerdi. Nitekim öyle de oldu. İlk kez İngiltere'de bir Yahudi, banker Rothschild, Lordlar Kamarası'na girdi. Bir süre sonra bir başka Yahudi, Benjamin Disraeli İngiltere Başbakanlığı koltuğuna oturdu. Bu arada Hıristiyan kültürünün toplum içindeki etkisi eridikçe, Avrupa toplumlarında Yahudilere karşı eskiden beridir var olan ön yargı ve antipatiler de eriyordu. Özellikle başta İngiltere olmak üzere Kuzey Avrupa ülkelerinde geleneksel Yahudi antipatisinin yerine, Yahudilere karşı sempatiyle bakan ve onların "haklarını" savunan bir akım gelişti.

Bu "haklar"ın başında da, Yahudilerin asırlardır en büyük rüyası olan "Filistin'e dönüş" projesi geliyordu. Evet, Yahudiler Romalılar tarafından Filistin'den sürüldükleri 70 yılından sonra, hiçbir zaman bu topraklara olan duygusal bağlarını yitirmemişlerdi. Avrupa'da yaşadıkları uzun yüzyıllar boyunca, aslında yabancı bir toprakta yaşadıklarını, bir gün mutlaka ana yurtlarına döneceklerini düşünmüşlerdi. Yılbaşlarında yaptıkları ayinlerde hep "gelecek yıl Kudüs'te!" temennisinde bulunurlardı. Büyük çoğunluğu kendilerini "seçilmiş halk" olarak gördükleri için, herhangi bir toprak üzerinde değil, Muharref Tevrat'a göre "Tanrı'nın Yahudiler için seçtiği" Kenan diyarında, yani Filistin ve çevresinde yaşamaları gerektiğini düşünüyorlardı.

Burada şunu belirtmek gerekir ki, Yahudilerin atalarının topraklarına duydukları manevi bağlılık ve bu topraklarda yaşamak için duydukları istekler son derece meşru duygu ve taleplerdir. Ancak yanlış olan, bu talep uğruna bu topraklarda yüzyıllardır yaşayan insanları yurtlarından sürmek, onları işkencelere uğratmak, onlara karşı zor ve şiddet kullanmaktır. Filistin toprakları Müslümanların ve Yahudilerin birarada yaşayabilecekleri kadar geniş topraklardır. Nitekim Osmanlı yöntemi altında 400 yıl boyunca Müslümanlar ve Yahudiler (ve elbette Hıristiyanlar) birarada huzur ve güvenlik içinde yaşamışlar, diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmişlerdir. Bu huzur ve güvenliği bozan, bölgede sonradan etki göstermeye başlayan din ahlakına uygun olmayan ideolojilerdir. Gerçek din ahlakının yaşanmaya başlanmasıyla, yarım yüzyıldan uzun bir süredir beklenen barışın yeniden kalıcı olarak tesis edilmesi mümkün olacaktır.