
1942 yılının başlarında, Hitler ve kurmayları Yahudiler konusunda "Nihai Çözüm"e varmayı kararlaştırdılar. Nihai Çözüm, tüm Yahudilerin sistemli bir biçimde katledilmesi, Nazi yönetimi altındaki topraklarda tek bir Yahudi'nin bile sağ bırakılmaması anlamına geliyordu.
Toplama kampları bu karar uyarınca birer "imha kampı"na dönüştürüldü. Sonra da Almanya'nın kendi topraklarındaki Yahudiler başta olmak üzere, Polonya, Fransa, Çekoslovakya, Hırvatistan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Rusya, Ukrayna, Macaristan gibi Nazi işgali altındaki ülkelerde Yahudiler bu iş için görevlendirilmiş özel SS birliklerinin denetiminde söz konusu kamplara transfer edilmeye başlandılar. Yahudilere kamplarda işçi olarak çalışacakları söyleniyordu. Oysa kamplara vardıklarında çoğu hemen öldürülecek, diğerleri ise işçi olarak sömürüldükten sonra katledilecekti.
Yahudilerin toplama kamplarına götürülme süreci bile, Nazilerin ne denli insanlık dışı bir zulüm uyguladıklarını göstermeye yeterlidir. Evlerinden veya kapatıldıkları gettolardan silah zoruyla, dövülüp sövülerek sökülüp çıkarılan Yahudi aileler, daha önceden hayvan veya yük taşımak için kullanılan trenlere doldurulmuşlardır. Bu trenlere bindirilmek için götürülen insanların yüzlerindeki korku ve onlara emirler yağdıran Nazilerin sadist nefreti, bu olayları belgeleyen fotoğraflarda açıkça okunmaktadır. Küçük çocuklar, zorlukla yürüyen yaşlı kadın veya erkekler, hamile kadınlar; bunların hepsi Naziler tarafından acımasız ve vicdansız bir biçimde ite kaka, silah zoruyla, korkutularak ve hatta kırbaçlanarak sürüklenmişlerdir.
Soykırımdan canlı kurtulabilmiş bir Yahudi'nin aşağıdaki anıları, Yahudilerin yaşadıkları yerlerden transfer edilme sürecinin bile ne kadar zalimce gerçekleştirildiğini gösterir:
Bizi sabah saat 9'da toplamışlardı, Chortkow'a vardığımızda ise akşam olmuştu. Bütün günü, aç olarak, hiç mola vermeyerek ve karda yürüyerek geçirmiştik. Herkes yorgunluktan bitkindi.
Sonra bizi hapise götürdüler. Orada bir sıra SS subayı ve Ukraynalı polisin önünden geçmek zorundaydık, her biri elinde bir sopayla herhangi bir Yahudinin kafasına vurmak için sabırsızlıkla bekliyordu. Neredeyse 80 kişi kadardılar ve bir Yahudi'nin 80 kişilik bir sıradan dövülerek geçebilmesi epey uzun zaman alıyordu... Hücreme sokulduğumda her tarafım morarmıştı ve kanlar içindeydi. Acaba Almanlar bizi öldürmek mi istemişlerdi, yoksa sadece eğleniyorlar mıydı?
Bu olaydan sonra, 60 kişiyle dolu küçücük bir hücreye tıkılmıştım. Oturacak, uzanacak hiçbir yer yoktu. Sıkışık bir şekilde, her tarafımızdan kanlar akarken, aç, susuz ve ağrılar içinde ayakta durmak zorundaydık...
Sabah olunca bizleri dışarı çıkartacaklarından ve biraz yiyecek vereceklerinden emindik. Fakat yanılıyorduk. Sabah, hiçbir şey değişmedi. İkinci gün boyunca, hatta gece de aynen ayakta ve sıkışık biçimde kaldık...
Birçok insan, ölmeden önce söylenmesi gereken Şema Yisrael duasını mırıldanmaya başlamıştı. Tam o sırada Almanlar kapıları açtılar ve bizi hücrelerden dışarı çıkarttılar. Herkes, vücudunu oynatmaya ve derin nefes almaya çalışıyordu... Sonra, Alman askerlerinden biri, yemek masasından sokak köpeklerine yiyecek atarmış gibi bizlere ekmek parçaları fırlatmaya başladı. İnsanlar, hayvanlar gibi ekmeklere saldırıyordu ve başkası onu kapamadan ağızlarına tıkıştırıyorlardı. Bir küveti suyla doldurmuşlardı ve hepimiz inekler gibi oradan su içtik. Su içmeye tam başlamışken, bir asker gelip bizi dövmeye başladı: "Haydi, haydi ilerleyin!"...
Hapishaneden 1 kilometre uzaklıktaki tren yoluna bizleri koşturdular. Yol boyunca, Alman askerleri ellerindeki sopalarla istedikleri herşeyi yapabiliyorlardı. Her an, birisi, boynuna yiyeceği bir sopayla veya karnına yiyeceği bir tekmeyle yere yığılabilirdi. Bu yüzden o zayıf halimize rağmen, koşabildiğimiz kadar hızlı koşmaya çalışıyorduk. Tren istasyonuna vardığımızda, tren yolunda sığır vagonlarını gördük. Kapılara giden hiçbir merdiven veya rampa yoktu, bu nedenle SS askerleri öndeki insanları, merdiven oluşturmaları ve diğer insanların onların üstüne basarak trene binebilmeleri için "Yere eğilin, yere eğilin" diyerek dövüyorlardı... Almanlar, yeterince insanın vagonlara doldurulduğuna inanınca, içeri birkaç ekmek attılar ve kapıları kapadılar. Bizi dışarıdan kitlediklerini duyduk. O zamanlar, benim kasabamda, Auschwitz veya Majdanek ölüm kampları hakkında bir şey duymamıştık, 'Nihai Çözüm'ün ne olduğunu da bilmiyorduk. Bildiğimiz, Almanların Yahudileri iş hayvanı olarak kullanmak istemeleriydi. Katliam planlarından habersizdik . ("Holokost: Trenler", http://www.sevivon.com/holokost/genelbakis/article21.htm )
Trenler
Nazilerin tutukladıkları insanları toplama kamplarına taşımak için kullandıkları trenler de ayrı bir işkence aracı olmuştur. Küçük bir yük vagonunun içine kadın, erkek, çocuk, yaşlı onlarca insan tıka basa sokulmuş, üzerlerinden kapılar kilitlenmiş ve günler süren yolculuk boyunca su ve yemek verilmeksizin, hava almalarına dahi fırsat tanınmaksızın yolculuk sürdürülmüştür. Birkaç dakika bile bulunmanın insana büyük bir sıkıntı vereceği bu ızdırap ortamında, çok sayıda insan açlık, susuzluk ve nefes darlığından ölmüştür. Diğerleri, en sevdikleri yakınlarının cesetleri hemen yanlarında olduğu halde hiçbir şey yapamadan yolculuğa devam etmek zorunda kalmışlardır.
Bu korkunç şartları yaşayan bir görgü tanığının ifadeleri, Nazi vahşetini tüm detaylarıyla gösterir:
"Polisler, silahlarını sırayla savurup ateşleyerek, hala daha fazla insanı, zaten dolmuş olan arabalara sıkışmaya zorluyorlardı. Silah sesleri devam ediyor, büyük kalabalık öne doğru itiliyordu. Trene en yakın olanlar dayanılmaz bir baskı altında eziliyorlardı. Öndeki bu insanlar, üstlerinde tüm ağırlığı hissettiklerinden çaresiz durumdaydılar ve destek için saçlarını, giysilerini çekiştiren, boyunlarını, yüzlerini, omuzlarını çiğneyen, kemiklerini kıran, bağırıp çağıran insanlara acı dolu inlemelerle karşılık veriyorlardı. Vagonlar, normal kapasitelerini çoktan aşmış olmalarına rağmen, birçok adam, kadın ve çocuk bu şekilde binebiliyorlardı. Daha sonra polisler, demir parmaklıklardan neredeyse fışkıracak, sıkıştırılmış insanların yüzüne kapıları kapattı.
Almanlar, hayvan vagonlarına 120 Yahudi'yi balıklar gibi sıkıştırmadan evvel, her vagonu 7 cm kalınlığında yakıcı kireçle kaplıyorlardı. Normalde, yapı işlerinde kullanılan bu kireç, tene değdiği anda yakıyordu. Bu yüzden, yüzlerce Yahudi daha Belzec'e gelmeden önce ölmüştü bile...
"Vagonların tabanı, kalın, beyaz bir tozla kaplıydı. Bu, sönmemiş kireçti. Kirece temas eden çıplak deri, hemen su kaybedip yanıyordu. İçerdeki insanlar, gerçek anlamda yandıklarından çoktan ölüyorlardı. Kemiklerin etrafındaki et, eriyip gidiyordu. Kireç de, cesetlerin hastalık yaymalarını önlüyordu.
Her bir kompartmanda iki kova bulunurdu. Birinde su vardı. Diğeri ise, mümkünse, ayaklarla itile itile tuvalet olarak kullanıldı. ("Holokost: Trenler", http://www.sevivon.com/holokost/genelbakis/article21.htm )
Bu şartlarda günlerce süren yolculuktan sonra varılan yer ise Auschwitz, Treblinka, Majdanek, Belsen gibi korkunç ölüm kamplarıydı:
Almanlar, "Los scnell! Los schnell!" diye bağırıyorlardı. "Çabuk olun, çabuk olun!" Bir yandan da bizlere sopalarla ve tüfeklerle vuruyorlardı. Merdiven veya rampa olmadığından, trenden 1-1.5 metre yukarıdan atlayarak çıkıyorduk. Hemen yanımızda bekleyen Alman askerlerinin tekmelerinden kurtulmak için de çarçabuk ayağa kalkmaya çabalıyorduk. Açlıktan ölüyorduk, susuzduk ve çok zayıf düşmüştük. Yine de, vagonlar boşaldıklarında, çalışma kampına doğru 2 kilometre boyunca koşturulduk. Bazı kişiler, korkudan, bazıları ise rahatlamadan dolayı ağlıyordu. Kendimizi o kadar kaptırmıştık ki, manzarayı fark etmemiştik bile. Kampa ulaştığımızda, tüm grup sessizliğe büründü. Bakıp, dikkatlice dinledik. Tüm alan, inanılmaz sessizdi. Karşımızda duran kampa ölüm sessizliği hakimdi. ("Holokost: Trenler", http://www.sevivon.com/holokost/genelbakis/article21.htm )
Ölüm Kampları
Nazi vahşetinin en büyük uygulama alanı, kuşkusuz yaklaşık 11 milyon insanın can verdiği korkunç ölüm kamplarıdır. Bu kamplar, din ahlakından yüz çeviren, vicdanını yok eden insanların ne kadar acımasız ve cani olabildiklerinin tarihi bir kanıtıdır.
Bu kamplar öncelikle birer "çalışma kampı" olarak kurulmuştur. Başta Auschwitz olmak üzere hemen hepsi büyük endüstri komplekslerinin yanında açılmış ve kamplara getirilen tutsaklar Alman savaş endüstrisine köle iş gücü olarak hizmete koşulmuştur. Ancak habis Nazi ideolojisi bu "pragmatik" zulümle kalmamış ve bu kampları birer ölüm kampına dönüştürerek "istenmeyen ırkların imhası"na girişmiştir. 1941 yılının son aylarından 1944 yılının sonlarına kadar geçen 3 yıla yakın bir süre boyunca, bu kamplarda 5.5 milyonu Yahudi olan toplam 11 milyon insan; gaz odalarında ve diğer toplu imha araçlarıyla katledilmiş ya da açlık, hastalık ve işkence sonucunda yaşamını yitirmiştir. Naziler, küçük bebeklere, masum çocuklara, yaşlı ve zavallı insanlara, sakat veya hastalara dahi hiç acımamışlar, sadist bir vahşetle tarihin en büyük kıyımını gerçekleştirmişlerdir.
Toplama kamplarında Ziklon B gazı kullanılıp kullanılmadığına dair tartışmalar vardır . Ancak burada önemli olan, bu kamplarda masum insanların katledilip katledilmediğidir. Bu acımasız katliam için nasıl bir yöntem kullanıldığı ise neticeyi değiştirmemektedir. Hangi yöntem uygulanmış olursa olsun milyonlarca mazlum ve zavallı insan vahşice yok edilmiştir. Neticede ortada çok büyük bir Nazi vahşeti ve bir Yahudi soykırımı bulunduğu kesindir. Toplama kamplarının müttefikler tarafından kurtarıldığı sırada görüntülenmiş olan insan cesetleri ve cesetten farksız olan zavallı insanlar, yaşanan akıl almaz trajediyi ispatlamak için yeterlidir.
Soykırım, tutsaklar kamplara adım attıkları andan itibaren fiili olarak başlamıştır. Bu insanlara reva görülen "yaşam", zaten yavaş yavaş ölümden farklı bir şey değildir. Kamionka toplama kampından kurtulabilmiş bir Yahudi tutsağın anıları kamplardaki "yaşam standardı"nı gözler önüne serer:
Kampın kapısından yürüdüğüm zaman, bazı korkunç sahneler gördüm. Alman askerleri, ellerinde makinalı tüfeklerle, gözetleme kulelerinden bizleri izliyorlardı. İçeride bulunan herkes, 50 kadar Rus, 100 kadar Polonyalı ve bin kadar da Yahudi korkunç bir haldeydi. Herkesin üstünde, 5 santime 5 santimetre kare bir kumaş parçası vardı. Ruslar'ın ve Polonyalılarınki kırmızı, Yahudilerinki ise sarıydı. Herkes o kadar zayıftı ki, neredeyse yarı ölü sayılırlardı. Adamlar, pislik dolu bahçede uykuda gezer gibi dolaşıyordu. Çoğunun, vücutları hala yaşadığı halde, ruhları tamamen ölmüştü. Bizim grubumuz girişte durmuştu ve uzun boylu bir Alman asker önümüzdeydi. Sürekli bizi izliyordu. Bize seslenmeden önce boğazını temizledi:
"Üstünüzdeki saatleri, değerli eşyaları, mücevherleri teslim edin! Eğer üstünüzde herhangi bir şey bulunursa, hemen vurulacaksınız."
Onun pis yüzüne ve güçlü silahına bakınca, dediklerine uymaktan başka çarem olmadığını anladım. Saatimi çıkarıp, cebimdeki bozuklukları ararken, Alman askerler midelerimize sopalarıyla vurmaya veya suratlarımıza tokat atmaya başlamışlardı bile. Bu sadist eğlenceden hiç vazgeçmiyorlardı...
O ilk gece, bir bardak 'çorba' içtikten sonra, barakalara götürüldük. O yerin zavallılığını anlatmak çok zor. Aslında hayvanlar için yapılmıştı ve insanlar için yapılan tek değişiklik ahırlara, 2-3 katlı tahtadan bitmemiş yatakların eklenmiş olmasıydı. Rüzgar, duvarlardaki çatlaklardan içeri giriyordu. Her yer pirelerle doluydu ve birkaç gün içinde pireler hepimize bulaşmıştı! Kısa zamanda, pirelerle yaşamaya alıştım. Pireler, tifüs taşıdıkları halde, kampın diğer sorunlarıyla karşılaştırıldığında, çok da önemli değillerdi...
Sabah saat 5:30'da uyandırıldıktan sonra, bize giyinmemiz için 2 dakika verdiler. Hazırlanamayan biri olursa, dövülecekti. Ancak herkes hazır olduktan sonra, bir bardak kahve alabilmek için sıraya girebiliyorduk. Kahve dedikleri aslında çok pis sıcak sudan başka birşey değildi. Bunun yanında bir dilim ekmek de verirlerdi; unun kumla karıştırılmış olduğu sert, yenilmesinin çok zor olduğu bayat bir dilim. Bunlar bütün gün için verilen tek yiyecek olduğundan, bazıları ekmeklerinin bir bölümünü 'öğle yemeği' için saklardı, bazılarıysa açlığa dayanamayarak o an hepsini çiğneyip yerdi. Ben bir bölümünü günün geri kalanı için saklardım. Bütün gün çalıştırılacağımızı, tüm fiziksel kuvvetimin eriyip gideceğini ve açlığımın daha da dayanılmaz boyutlara ulaşacağını biliyordum. ("Holokost: Calışma Kampları", http://www.sevivon.com/holokost/genel_bakis/article24.htm )
Diğer tüm toplama kamplarında da bundan farklı bir yaşam standardı yoktur. Çalıştırılan insanlara hiçbir acıma ve merhamet gösterilmemiş, sadist Nazi subaylarının keyfi hakaretleri, tehditleri, işkenceleri altında, açlıktan ve yorgunluktan bitap şekilde yıllarca köle hayatı sürmüşlerdir.
Bazı toplama kamplarında tutsaklar üzerinde çok daha korkunç işkenceler de yapılmıştır. Bunların başında, en büyük ölüm kampı olan (yaklaşık 1.5 milyon insanın katledildiği) Auschwitz'in cani doktoru Josef Mengele'nin insanlar üzerinde yaptığı deneyler gelir. Mengele, kamp tutsakları arasından "kobay" olarak seçilen yetişkinler ve çocuklar üzerinde, insan vücudunun acıya veya soğuğa ne kadar dayanabildiğini anlamak için korkunç denemeler yapmıştır. Soğuk kış gününde buz dolu sulara zorla sokulup bekletilen insanların, donmadan önce kaç dakika yaşayabildikleri test edilmiştir. Mengele'nin, denekleri üzerinde hiçbir anestezi yapmadan cerrahi operasyonlar yürüttüğü, örneğin insanların kollarını, bacaklarını veya midelerini canlı canlı kestiği bilinmektedir.
Mengele'nin en zalim deneyleri ise, kampa gelen ikiz çocuklar üzerinde olmuştur. Mengele kampa gelen tüm ikizleri diğer tutsaklardan ayırmış ve üzerlerinde farklı denemeler yaparak kalıtımsal faktörlerin etkisini ölçmüştür. Ancak kullandığı metodlar inanılmaz derecede zalimdir. İkizlerin kanını birbirine enjekte ederek tepkiyi ölçmüş, çoğunda ikizlerin biri veya ikisi şiddetli ağrılar ve yüksek ateş yaşamıştır. Mengele göz renginin kalıtsal olarak değiştirilip değiştirilmeyeceğini ölçmek istemiş ve bu amaçla ikizlerin gözlerine mavi mürekkep enjekte etmiştir. Çoğu denek büyük acılar çekmiş ve bir kısmı kör olmuştur. Küçük çocuklara çeşitli hastalıkların mikropları enjekte edilmiş ve bu hastalıklara ne kadar dayanabildikleri ölçülmüştür. Pek çok masum çocuk, Mengele adlı bu Nazi canavarının elinde işkence çekmiş, sakat kalmış veya ölmüştür.
Kamplardaki korkunç vahşet, ancak müttefiklerin savaşın sonlarında Nazi ordularını yenmesi ve kampların bulunduğu bölgeleri kontrol altına alması ile ortaya çıkmıştır. Kampları kurtaran Sovyet, İngiliz ve Amerikan birlikleri, karşılaştıkları korkunç manzara karşısında şoke olmuşlardır. Bergen-Belsen kampını kurtaran İngiliz birliklerinin düştüğü kayıt şöyledir:
Burası, ünlü Belsen Toplama Kampı'dır.
İngilizler tarafından 15 Nisan 1945'te kurtarılmıştır.
Burada 10 bin gömülmemiş ölü bulunmuştur.
13 bin insan da o zamandan bu yana dek ölmüştür.
Hepsi, Avrupa'daki Alman "Yeni Düzen"inin birer eseridir.
Ve Nazi kültürünün birer örneğidir.