1 Nisan 2010 Perşembe

Darwinist Dünya Mafyası Papa'yı Tehdit mi Ediyor?


Dünya, Darwinist-materyalist bir fikir diktatörlüğünün hakimiyeti altındadır. Dünya ülkelerinin neredeyse % 95’inin resmi himayesiyle korunmakta olan evrim teorisi, bilimsel olarak geçersizliği ispatlanmış, akla ve mantığa aykırı sahte bir teori olmasına rağmen, resmi bir ideoloji olarak insanlara dayatılmaktadır. Ortaokul, lise ve üniversite imtihanlarında evrim teorisi hakkındaki sorulara, sanki bu sahte teori doğru ve gerçekmiş gibi cevap verilmesi şartı getirilmektedir. Darwinizm'e inanmadığını imayla dahi olsa ifade eden bir akademisyenin veya bilim adamının çalışmalarına devam etmesine, mevkisinin yükselmesine hiçbir şekilde müsaade edilmediği gibi, çoğunlukla işten atılmaları sağlanmaktadır.

Dünya tarihinde ilk defa böyle bir ideoloji, neredeyse tüm ülkeler tarafından himaye altına alınmakta ve dayatılmaktadır. Sosyal bir diktatörlük şeklinde kendini gösteren bu sistem, müthiş bir baskı rejimi kurmuş durumdadır. Bu baskının açığa çıktığı son olaylarda biri de, Papa'nın evrim teorisiyle ilgili yaptığı iddia edilen ve basına yansıyan açıklamalardır. Bu açıklamalar, eğer doğruysa, Darwinistlerin adeta bir dünya mafyası şeklinde uyguladıkları baskının boyutlarının hangi aşamaya vardığını göstermesi açısından son derece dikkat çekicidir.

• Akademisyenlere evrim aleyhinde tek bir söz dahi söyletmeyen,

• Bilim adamlarına evrimin geçersizliğini ortaya koyan araştırma sonuçlarını açıklamalarına izin vermeyen,

• Medyada yalan haberlerle aralıksız Darwinizm propagandası yaptıran,

• Okullarda gençlere zorla evrim teorisi öğreten ve kabul etmeye mecbur bırakan,

• Evrim karşıtı kitapları yasaklatan,

• Darwinizmle ilmi mücadele yapanları iftiralarla, yalanlarla baskı altına alıp akıllarınca yıldırmaya çalışan bu Darwinist dünya mafyasının, şimdi de 1 milyardan fazla Hıristiyanın manevi lideri konumundaki Vatikan'ı baskı altına aldığı görülmektedir.

Vatikan'ı da sardığı anlaşılan Darwinist mafyanın etkisiyle, Papa'nın gerçekleri savunmasının, dürüstçe doğruları söylemesinin engellenmesi, Vatikan'ın bir oyuna alet edildiğini gösteren vahim bir gelişmedir. Oysa Vatikan da gayet iyi bilmektedir ki, son 30 yıldır Darwinizm'e karşı verilen büyük ilmi mücadele bu ideolojinin tüm sahtekarlıklarını deşifre etmiş ve Darwinizm tarihin en büyük yenilgisini almıştır. Avrupa materyalistleri ve Darwinistleri bu büyük yenilginin şokuyla hareket etmekte, kendilerince Vatikan'a Darwinizm taraftarı açıklamalar yaptırarak, Darwinizm'i diriltebileceklerini sanmaktadırlar. Halbuki, Darwinizm ölmüştür ve hiçbir girişimin bu ölüyü diriltmesi mümkün değildir.

Tek bir proteinin dahi tesadüfen oluşmasının mümkün olmadığının, bugüne kadar ara form diye sunulan fosillerin hemen hepsinin ya sahte ya da soyu tükenmiş canlılara ait olduğunun, elde edilen 100 milyondan fazla fosilin tamamının evrim olmadığını gösterdiğinin yaratılışı ispatladığının açık ve net olarak anlaşıldığı bir dönemde, Darwinist dünya mafyasının da sonu gelmiş demektir. Darwinistlere ve materyalistlere düşen, artık Darwinizmin cenazesini kaldırmak ve 150 yıldır yürütülen dikta rejimi nedeniyle tüm dünya halklarından özür dilemektedir.

Bölücü Örgütün Gizlemeye Çalıştığı Komünist Kimlik


Komünizm tehlikesi, yanı başımızda hala yaşıyor. Bölücü terör örgütü, çeşitli taktiklerle bu gerçeği özellikle bölge vatandaşlarımızdan gizlemeye çalışsa da, her eylemi, her sloganı ve her bildirisiyle komünist ve ateisttir. En önemlisi de, attığı kanlı ve zalim adımları artırmak için her an pusuda beklemektedir.

Fikri mücadeleyi doğru yapabilmek için öncelikle terörü uygulayan, destekleyen ve planlayanların bağlı oldukları ideolojiyi çok iyi tanımak gerekmektedir. Bu ideoloji, hiç şüphe yok ki "komünizm"dir.

Bu tehdidi bertaraf edebilmenin tek yolu, yoğun biçimde anti-komünist bir fikri mücadele sürdürmektir. Yapılacak olan fikri mücadele vesilesiyle komünizm ve tüm diğer yıkıcı ideolojiler, -Allah'ın izniyle- yeryüzünden silinecektir. Bu mücadele kapsamında gereksinim duyulacak önemli bilgileri, akla gelebilecek bazı soruları ve yanıtlarını aşağıda bulacaksınız.

Darwinist görüşleri benimseyen komünist liderler, insanı bir çeşit hayvan olarak görmüşler, terörü, katliamı, kan dökmeyi vazgeçilmez bir yöntem olarak kullanmışlardır. Darwinizm’den kaynaklanan komünist terör sadece Güneydoğu bölgemiz ile sınırlı değildir. Tüm Türkiye ve tüm Ortadoğu komünist istila tehlikesi altındadır ve hedeflenen de budur. Unutulmamalıdır ki “KOMÜNİZMİN VATANI OLMAZ. KOMÜNİSTİN VATANI BÜTÜN DÜNYADIR.”

Komünizm hakkındaki tarihi gerçekler nelerdir?

*Komünizm, geçtiğimiz 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir ideolojidir. Ama bu damga, sadece baskı, zulüm, kan ve gözyaşı doludur. Tarihçilerin hesaplamalarına göre, sadece bu ideoloji nedeniyle 20. yüzyıl boyunca 120 milyon insan öldürülmüştür. Bunlar, bir savaş sırasında cephede ölen askerler değil, komünist devletlerin kendi halklarının içinden öldürdükleri sivillerdir.

Komünistler kendilerini gizlemek için tarih boyunca çeşitli taktikler kullanmışlardır. Milyonlarca çocuk komünist gerilla gruplarının kurşunlarına hedef olmuş veya hedef olma korkusu içinde yaşamak zorunda bırakılmıştır. Buna rağmen Stalin döneminde, propaganda posterleri ile halk yanıltılmaktadır. Aşağıdaki resimde ise

* 100 milyon erkek, kadın, yaşlı, küçük çocuk, bebek, sadece "komünizm" denen bu soğuk, katı, sert ve vahşi ideoloji nedeniyle yaşamını yitirmiştir. Dahası, komünist rejimler tarafından temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakılan, göçe zorlanan, sistemli olarak kıtlıkla yüz yüze getirilen, hapsedilen, çalışma kamplarında köle olarak kullanılan on milyonlarca insan vardır. Milyonlarca insan da komünist gerilla gruplarının, terör örgütlerinin kurşunlarına hedef olmuş veya hedef olma korkusu altında yaşamıştır.

*Komünist ideoloji geçtiğimiz yüzyılda acılara, felaketlere sebep olmuş, tüm dünya, komünist liderlerin katliamlarına, acımasızlıklarına şahit olmuştur. Peki şu an bu tehlike yeryüzünden silinmiş midir? Ne yazık ki, silinmemiştir. 120 milyon insanın canına mal olan bu "kan dökme kuyusu" halen varlığını sürdürmektedir. Kuyunun üstü kapatılmış, etrafı örtülerek kamufle edilmiştir. Ama kuyu, “kapatılmamış bir tuzak” olarak tehlike saçmaya devam etmektedir.

Günümüzde komünizm "bir ileri iki geri taktiği"ni uygulamaya sokmuş ve geri adım atmıştır. Bu nedenle çeşitli ülkelerde farklı isimler altında faaliyetlerini sürdürmekte, daha sonra atacağı ileri adımlar için komünist tehlikenin dünyada bulunmadığı imajını vermeye çalışmaktadır.

Günümüzde komünist ideloji varlığını ne şekilde devam ettirmektedir?

Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Bloku'nun çöküşü üzerine, komünizmin bir tarih olduğunu ve artık dünya için bir tehlike olmadığını düşünmek son derece yanlıştır. Komünizm, diyalektik materyalizmin siyaset teorisidir. Diyalektik materyalizm yaşadıkça komünizm de yaşayacaktır. Eğer bir felsefe toplumda güçlü olarak yaşarsa, onun siyasi yönden etkili olması sadece "uygun bir zemin bulma meselesi" olur. Eğer diyaletik materyalizm güçlü ve yaygın bir felsefe olarak yaşarsa, onun siyasi boyutu olan komünizm de uygun ortam bulduğunda etkili bir güç haline gelebilir. Dolayısıyla materyalist propagandanın çok güçlü bir biçimde yapıldığı günümüzde komünizm tehlikesinin ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. Komünizm yıkılmamış ama diyalektik materyalizmin en önemli ilkesine uygun olarak iki adım geri atmıştır. Komünizm sinsice gizlenerek faaliyetlerine devam etmektedir. Farklı görünümlerde, farklı isimler altında varlığını sürdürmekte ve insanlığa yine geçmiştekilere benzer acıları yaşatmak için fırsat bulacağı günü beklemektedir.

Doğu Türkistan'a yapılan zulümlerin temel nedeni, Çin Devletine hakim olan materyalist felsefe ve komünist ideolojidir. Doğu Türkistan halkı inancı gereği komünizme şiddetle karşı çıkıyordu. Ancak bu haklı tepkilerinin karşılığını son derece acımasız bir şekilde aldılar.

Komünizmin kendini gizlemekte kullandığı sinsi taktikler nelerdir?

* “Bir Adım İleri İki Adım Geri” Taktiği: Komünistler hedeflerine ulaşmak için gerektiğinde birkaç adım geri atarak sanki hedeflerinden uzaklaşmış gibi görünürler. Bu durumu, Lenin'in 1904 yılında yazdığı "Bir Adım İleri, İki Adım Geri" adlı kitabında belirttiği gibi, nihai hedefe giden yol üzerinde geçici bir geri çekilme olarak görmektedirler. Lenin, söz konusu kitabında şöyle yazmıştır:

“Bir adım ileri, iki adım geri... Bireylerin yaşamında, ulusların tarihinde ve partilerin gelişmesinde böyle şeyler olur. Ama devrimci sosyal-demokrasi ilkelerinin, proleterya örgütünün ve parti disiplininin eninde-sonunda tam zafer kazanacağından kuşku duymak, alçaklığın en canicesi olur. “ (Lenin, Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s.267)

“Komünizm, Türk Dünyası'nın en büyük düşmanıdır. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.” (M. Kemal Atatürk)

Bu taktikten yola çıkarak k;omünist Çin'de okul çocuklarına, üç adım ileri, iki adım geri esasına dayanan "diyalektik yürüme yolu" öğretilmektedir.

* “Aile Kurumunu Ortadan Kaldırma” Taktiği: Bir başka somut örnek de komünistlerin aile kurumu hakkındaki düşünceleridir. Diyalektik materyalizmin kurucusu Karl Marx'a göre komünizme varmak için öncelikle evlilik kurumu kaldırılacaktır. Komünist Manifesto'da Marx, "proleterler arasında aile kurumunun hemen hiç görülmediğini ve fuhuşun çok yaygın olduğunu" söyler ve bundan şu sonuca varır: "... Burjuva ailesinin ortadan kalkması gerekmektedir."

Komünistler bu sapkın hedeflerine ulaşmak için, diyalektik materyalizmin ilkelerine uyarlar. Aile kurumunu kaldırmak için güçlü bir devlete ihtiyaçları vardır. Ancak güçlü bir devlet için önce aile kurumunun güçlü olması gerekir. Bu nedenle önce geri adım atarak, aileyi güçlendirirler. Bu sayede komünist devlet güçlenir ve bir aşama sonra aile kurumunu tamamen ortadan kaldırır. (Komünistler Nasıl Yalan Söyler, Dr. Fred C. Schwarz, s. 215-216)

Bu örnekten anlaşıldığı gibi, komünistlerin "komünizm yıkıldı" gibi sloganları insanları aldatmamalıdır. Bu, diyalektik materyalizmin çok bilinen bir taktiğidir. Komünizm, bir bukalemun gibi renk değiştirmiş, uygun zeminin hazırlanmasını beklemektedir. Bu nedenle komünizmin ana felsefesi olan diyalektik materyalizm ve onun sözde bilimsel dayanağı olan Darwinizm ile fikri alanda ciddi bir mücadele şarttır. Aksi takdirde, komünistler ileride atacakları kanlı ve zalim adımlar için pusuda beklemektedirler.

Atatürk'ün Komünizn Tehlikesine Karşı Uyarısı:

"Avrupa'da çıkacak bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya'dır. Sadece bolşevizm (komünizm)dir. Rusya'nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok savaşmış bir millet olarak biz Türkler, orada cereyan eden olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan Doğu milletlerinin düşünce yapılarını mükemmelen sömüren, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen bolşevikler (komünistler), yalnız Avrupa'yı değil, Asya'yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. 3, s. 94-95)

Komünizm, din ahlakını yok etmek için hangi yöntemlere başvurur?

Komünizmin din ahlakına düşman olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Trotsky, Mao veya bir başka komünistin yazılarına bakıldığında, bunun açıkça ifade edildiği görülebilir. Marx, din ahlakını kendince "halkın afyonu" olarak tanımlamış ve sözde "fakir halk kesimlerini uyutmak için yönetici sınıf tarafından oluşturulan bir kültür" diye tarif etmiştir. Dahası, komünizme ulaşmak için de dini inançların yok edilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Engels, kitaplarında "insanın maymundan geldiğini" ileri sürerken, din ahlakının da sözde bu evrim sürecinin bir aşamasında ortaya çıktığını iddia etmiştir.

Peki komünistler din ahlakını yok etmek amacıyla nasıl bir politika izlerler?

Bu soruya ilk kapsamlı cevabı Lenin vermiştir. Lenin'in 1909 yılında Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin (sonraki Komünist Parti) lideri olarak yazdığı ve Proleterya dergisinde yayınlanan "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu" başlıklı makalede şunlar yazılıdır:

"Sosyal Demokrasi, dünya görüşünü bilimsel sosyalizm, yani Marksizm temeline dayar. Marx ve Engels'in çeşitli kereler tekrarladıkları gibi Marksizm'in felsefi temeli, Fransa'daki 18. yüzyıl maddeciliğinin ve Almanya'daki Feuerbach (19. yüzyılın ilk yarısı) maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve din ahlakına karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir. Unutmayalım ki, Marx'ın taslak halindeyken okuduğu Engels'in Anti-Dühring'inin tamamı, maddeci ve ateist olan Dühring'i tutarlı bir maddeci olmamak ve din ile din felsefesine açık kapı bırakmakla suçlar. Yine unutmayalım ki, Engels, Ludwig Feuerbach ile ilgili yapıtında, din ahlakını ortadan kaldırmak için değil de, yeniden canlandırmak, yeni, "yüceltilmiş" bir din kurmak için savaş açtı diye Feuerbach'a çatar. "Din ahlakı halkı uyutmak için kullanılan afyondur." Marx'ın bu sözü din ahlakı konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır." (Viladimir Iliç Lenin, Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Proleterya, Sayı: 45, 13 (28) Mayıs 1909)

Dikkat edilirse, Lenin, Marksistlerin din ahlakına karşı vermeleri gereken savaşın, "bilimsel yayınlar" ve "Onsekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazıları" gibi kaynaklarla yürütülmesi gerektiğini söylemektedir. Bura daki "bilimsel yayın"dan kasıt, materyalizmi bilim kisvesi altında toplumlara empoze eden teorilerdir. Bunların başında da kuşkusuz Darwinizm gelir. Bahsettiği Aydınlanma düşünürleri ise Diderot, D'Holbach gibi Marx öncesi materyalistlerin din aleyhindeki propaganda yazılarıdır.

Lenin'in gösterdiği bu yöntem, komünistler tarafından halen kullanılmaktadır. Dünyadaki bazı yayınevleri, bazı sözde bilimsel dergiler veya medya kuruluşları incelendiğinde de, Darwinist ve Aydınlanma felsefesine bağlı yayınların kaynağının Marksistler olduğu açıkça görülecektir.

Komünizm, din ahlakına olan düşmanlığını nasıl gizler?

Komünizmin din düşmanlığını değerlendirirken, bazı komünistlerin bu konuda kimi zaman sergiledikleri "ılımlı" politikanın gerçek amacını da anlamak gerekir. Gerçekten de dünyada Marksist akımlar, (iktidarda olmadıkları süre boyunca) çoğunlukla keskin ve saldırgan bir din ahlakı aleyhtarı politika izlemezler. Hatta bazen komünistlerin ağzından din ahlakına ve dindarlara karşı saygılı gibi gözüken sözler duymak mümkündür. Peki acaba bu "ılımlı" üslubun amacı nedir?

Lenin'in yazıları arasında bu sorunun cevabını da bulmak mümkündür. "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu" başlıklı makalesinde Lenin; Marx ve Engels gibi yol göstericilerinin yorum ve uygulamalarından yola çıkarak, din ahlakıyla açık bir savaşa girilmemesi gerektiğini, bunun gereksiz bir "siyasi kumar" olduğunu yazmıştır.3 Lenin, din ahlakına olan düşmanlıklarını açıkça ilan eden, din ahlakına karşı hakaret dolu kampanyalar yürüten diğer bazı materyalistleri ise (örneğin anarşistleri veya "burjuva ateistlerini") acemi ve saf bulmuştur. Bu kişiler tarafından Marksistlere yöneltilen "ılımlılık ve "bocalama" suçlamalarını reddetmiş ve "Marksizm'in görünüşteki ılımlılığının" özenle düşünülmüş bir taktik olduğunu açıklamıştır. Lenin, söz konusu "ılımlı" taktiği 1917'ye kadar, yani komünistler iktidara gelinceye kadar devam ettirmiştir. Ancak bundan sonra söz konusu ılımlılık ortadan kalkmış, aksine tüm Sovyet topraklarında din ahlakına ve dindarlara karşı büyük bir baskı başlamıştır. Daha öncesine kadar "ateist olduğumuzu açıkça belirtmemeli ve dine inananları bile saflarımıza almalıyız" diyen Lenin, iktidara geldikten sonra çok daha farklı bir yol izlemiştir.
Bölücü örgütün gizlediği gerçek kimliği nedir?

SİNSİ TAKTİKLERE DİKKAT!

Bölücü örgüt yöneticileri, komünist kimliklerini gizlemek amacıyla zaman zaman devrimci komünist çizgiden vazgeçtikleri yönünde demeçler de vermektedirler. Oysa örgüt komünist ideolojiden asla vazgeçmiş değildir. Örgüt yöneticileri sadece klasik bir taktik uygulamakta ve aleni bir yalan söylemektedirler. Yakın zamanda basında da yer bulan bu demeçlere kesinlikle itibar edilmemelidir. Basınımız, bölücü örgüt ile ilgili yapılan ve “bölücü örgütün komünist kimliği konusunda şüphe meydana getirebilecek” haberlerde daha dikkatli olmalı, bölücü örgütün oyunlarına gelmemelidir.

Terör, Komünist Örgütlerin Kullandığı En Bilindik ve Etkin Yöntemdir

Komünist liderler terörü vazgeçilmez bir silah olarak görmüş ve takipçilerine şiddetle tavsiye etmişlerdir. Bu liderlerden Lenin’in terör talimatları oldukça dikkat çekicidir:

- "Polisleri, askerleri, devlet memurlarını öldürmek, devlet kurumlarında yangınlar çıkartmak... Devletin hazinelerinden paraları almak... Devrimci komünist güçler yenilmez silahlı bir güç olarak ortaya çıkmalı, insanları öldürerek, bombalayarak, binaları havaya uçurarak korku yaymak ve bu şekilde toplumun üzerinde komünist diktatörlüğünü teşkil etmek iktidara ulaşmamızın önemli unsurlarındandır." (Vladimir Lenin, Teorik ve Pratik Terör Hakkında", Homizuri G.P., Moskova 2005)

Bölücü terör örgütü, her eylemi, her sloganı ve her bildirisiyle komünisttir. Ancak ülkemizin güneydoğusundaki halkımız bu konuda son derece bilgisizdir ve eli kanlı örgüt militanlarını kimi zaman “Kürt halkı adına savaşan, Kürt milliyetçisi gerillalar” olarak algılamaktadır. Bu nedenle, bölücü örgütün, üzerine en çok gidilmesi ve halkın bilgilendirilmesi gereken yönü “ateist ve komünist olduğu” gerçeğidir. Örgüt elebaşının geçmişteki tüm ifadeleri azılı bir komünist üslubundadır.

Bölücü terör örgütünün ideolojisi tamamen komünizm ve sosyalizm üzerine kurulmuştur. Bölücü örgütün ayrı bir toprak parçası talep edip bu yönde faaliyetlerde bulunmasının da temelinde komünizmi yaşatma isteği bulunmaktadır. Çünkü bu ideoloji demokrasinin yaşandığı bir ülkede hayata geçirilemez. Komünizm, zor ve baskıya dayalı rejimini uygulamak için bağımsız ve izole bir toprak parçası üzerinde, tamamen kendi hâkimiyetini kurmaya ihtiyaç duyar. İşte bu gerçek bölücü terör örgütünün yıllar boyunca Güneydoğu bölgesini Türkiye’den ayırarak kendine bağlı özerk bir bölge haline getirmeye çalışmasının temel nedenidir.

Güneydoğu'da senelerdir devam eden bölücü faaliyetlerin arkasında Marksist-Leninist-Komünist ideoloji bulunmaktadır. Bu ideolojinin temeli ise Darwinizm’e dayalıdır ve bu teori olmadan hayat sahası bulması olanaksızdır. Komünizmin önderleri, toplumlara Darwinizm'i benimsetmeden komünizmin hedeflerine ulaşmasının mümkün olmadığını özellikle vurgulamışlardır.

* “Propagandacılar her grubu basit bomba formülleriyle donatmalılar… Gruplar derhal askeri eğitimlerine, operasyonlara katılarak başlamalılar. Bazıları bir casusun öldürülme işini veya BİR POLİS KARAKOLUNU BASMA GÖREVİNİ ÜSTLENMELİ. Bir kısmı ise banka soymalı.” (V. İ. Lenin, Collected Works, Moscow, Cilt 9 s. 346)

* “Sadece geniş halk kitleleriyle doğrudan bağlantılı olan bireysel terörist hareketler değer taşırlar.” (V. İ. Lenin, Collected Works, Moskova, cilt 35, s. 238)

* “Eğer kitleler kendiliğinden ayağa kalkmazsa, hiçbir şey başaramayız. Spekülatörlere karşı terör uygulamadığımız -hemen oracıkta kafalarına bir kurşun sıkmadığımız- sürece hiçbir yere varamayız.” (V.I. Lenin, Polnoye Sobraniye Soçineniy, Moskova, 1958-1966, cilt XXXV, s.311)

* “Trotsky: “Fakat ihtilal, ihtilalci sınıftan emrindeki bütün yöntemlerle gayesine varmasını talep eder; eğer gerekirse silahlı bir ayaklanma ile, eğer mecbur olursa terörizmle.”” (Ann Arbor, Leon Troçki, Terörizm ve Komünizm, University of Michigan, 1963, s. 58)

Bölücü örgütün etnik bir hareket olarak ortaya çıktığı iddiası doğru mudur?

Terör örgütünün bazı Kürt kökenli vatandaşlarımızı da aldatıp arkasına alarak Güneydoğu’da çeşitli habis faaliyetlerde bulunmasının sebebi gerçekte etnik temele dayanmamaktadır. Sorun etnik değil, ideolojiktir. Güneydoğu’da yaşanan bölünmenin tek bir nedeni vardır, o da komünizmdir. Burada bir etnik hareket değil, komünist ve dinsiz bir hareket söz konusudur. Kürt milliyetçiliği görüntüsü tamamen bölge halkının gözünü boyamaya yöneliktir.

Komünist hareketin önünün alınamadığı tüm ülkelerde ise bugüne kadar bölünme kaçınılmaz olmuştur. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu bölünmede hiçbir zaman etnik unsurlar rol oynamamış, sadece komünist ideoloji ön plana çıkmıştır. Bilindiği gibi Kore, Almanya ve Çin de komünist ideolojinin bir sonucu olarak bölünmüşlerdir. Bu ülkelerde farklı etnik kökenlerin varlığı gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak Kore, Güney ve Kuzey Kore, Almanya, Doğu ve Batı Almanya ve Çin de Milliyetçi ve Komünist Çin olarak gerek toplumsal anlamda gerekse de toprak olarak bölünmüşlerdir. Komünistler her devirde kendi ideolojilerini yaşatabilmek için bölücülük yaparak karışıklık çıkarmaktan geri kalmamış, ayrı bir toprak, ayrı bir ülke elde etmek amacıyla silahlı mücadeleye girmişlerdir.

Bölücü terör hareketinin komünist olduğunun delilleri nelerdir?

Örgütün Marksist-Leninist bir yapıda olduğu, gerek savcılık iddianameleriyle, gerek MİT raporlarıyla gerekse mahkeme kararlarıyla sabittir. Kaldı ki örgütün komünist olduğunu anlamak için çok ayrıntılı bir araştırmaya bile gerek yoktur. Çünkü örgütün uzun yıllar kullandığı bayrağında komünizmin en bilinen simgesi olan orak-çekiç motifinin yer alması bile konunun ispatı için yeterlidir. (Bu amblem daha sonra strateji ve taktik değişikliğine giden örgüt tarafından değiştirilmiştir.) Örgütün kuruluş kongresinde yer alan ve örgütün internet sitesinde göze çarpan ifadeler de, Marksizm'e olan sadakati net olarak ortaya koymaktadır:

*“MARKSİST-LENİNİST TEORİ ÇOK İYİ ÖZÜMSENMELİDİR. Önder kadrolar sık sık Marksizm’e müracaat etmeli, Marksizm’in uygulanmasını başlangıç şekli yapmak için bu öğretiyi gerçekten özümsemeliler. ...Biz SOSYALİZMİ SİYASAL SORUNUN ÇÖZÜMLENMESİNDE DAHA ÇOK BİR EYLEM KILAVUZU OLARAK ELE ALACAĞIZ. Mutlaka böyle bir öğretinin temsilcisi olarak, böyle bir öğretinin savunucusu olarak, bunun en önemli koşulu olarak bulunulan ülkenin siyasal iktidar meselesine uygulayarak, mevcut iktidarı parçalamada bir araç olarak, bir eylem kılavuzu olarak kullanarak üzerimize düşeni yapacağız.”

* Örgüt lideri, 13. kuruluş yıldönümü mesajında şu ifadeleri kullanmıştır:

"Sosyalizm yıkıldı, komünizm yıkıldı" diyenlere en iyi cevap olarak, ‘tam tersine, SOSYALİZMİN EN GÜÇLÜSÜ, EN DOĞRUSU, EN YÜCESİ BİZDE GERÇEKLEŞMİŞTİR’ diyoruz."

* Örgüt liderinin 1 Mayıs 1982 tarihli konuşmasında ise şu ifadeler bulunmaktadır:

“Ama şunu iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan tarihi bugün çağa ulaşmak istiyorsa, tamamıyla işçi sınıfı gerçeğine dayanmak zorundadır. Ne kadar elverişsiz koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının objektif gücüne ve onun eylem kılavuzu olan bilimine, MARKSİZM-LENINİZM’E DAYANMAK ZORUNDADIR VE DİKKAT EDİLİRSE BİZİM VARLIK NEDENİMİZ TÜMÜYLE BU GERÇEK ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR. ...Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, MODERN DÜŞÜNCE, EN DEVRİMCİ DÜŞÜNCE OLAN MARKSİZM-LENINİZM kafalarımıza sıçramayacaktı, onun için zemin bulamayacaktı.”

Bu ifadelerin yanı sıra, bölücü örgütün bölge halkını sindirmek, yıldırmak ve kendisine itaate mecbur bırakmak için giriştiği eylemlerin tamamı komünist ideologların kitaplarında tarif edilen yöntemlerdir. Örgüt, her türlü propaganda tekniğinde olduğu gibi katliamlarda ve terör eylemlerinde de Marks, Engels, Stalin, Mao gibi komünist önderlerin kitap ve uygulamalarını kendine rehber edinmiştir.

Bölücü örgüt neden komünist olduğunu gizleme çabasındadır?

* Son zamanlarda bölücü örgütün dikkatle gizlemek istediği asıl konu komünist kimliğidir. Örgüt, bu kimliğin, dindar Doğu insanı tarafından dışlanacağını iyice fark etmiş ve kendini Kürt milliyetçisi bir oluşum gibi gösterme çabasına girişmiştir.

*Örgütün geçmişte kıyasıya savunduğu ateizm ve komünizm bugün başına bela olmuş durumdadır. Çoğunluğunu samimi dindar insanların oluşturduğu Doğu bölgelerimizdeki vatandaşlarımız, bölücü örgütün gerçek yüzünü son aylarda gazetelere yansıyan haber ve duyurularla net biçimde fark etmiş, akabinde bölgede bölücü örgüt aleyhine bir dönüş başlamıştır.

*Ayrıca bölücü örgüt, “anti-komünist, anti-Darwinist, anti-materyalist karşı propaganda” ile yenileceğini anlamış ve taktik değiştirerek artık komünist olmadığı yönünde beyanlar vermeye başlamıştır. Gayesi zaman ve mevzi kazanmak olan bu oyuna kimse gelmemelidir. Bölücü örgüt komünisttir ve onu çökertecek asıl yöntem olan karşı propaganda, kararlılıkla ve kesintisiz olarak devam ettirilmelidir.

Bölücü örgüt, komünist kimliğini gizlemede hangi yollara başvurmaktadır?

Bölücü örgüt, komünist kimliğini gizleyebilmek için kendine yeni ve sahte bir kimlik oluşturmuştur. Örgüt elebaşı, SSCB’nin yıkılmasının ardından ağız değiştirmeye başlamış özellikle yakalandıktan sonra “taktik gereği” yeni sahte söylemlerde bulunmuştur. Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” kitabında verdiği taktikler doğrultusunda açıklamalar yapılmıştır. Lenin, bir komünistin kendisini gizlemek için dindar gözükebileceği, Marksist olmadığını söyleyebileceği, geri adım atabileceği gibi takiye yöntemlerini tavsiye etmiştir.

Örgüt, eli kanlı liderinin, “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” isimli kitabının 55. sayfasında yer alan, “Dinin devrime karşı tehlikeli bir biçimde kullanılmasını engellemek ve İslamiyet’i devrim hizmetinde iyi bir işleve kavuşturmak gerekir.” direktifi doğrultusunda dindar Doğu insanına din ahlakına saygılıymış gibi yaklaşmakta, bir yandan da komünist propagandaya devam etmektedir.

Dikkat edilecek olursa örgüt son zamanlarda daha ziyade askerlerimizi hedef almakta, bölge halkına karşı eylemlerden kaçınmaktadır. Hiç şüphesiz amaç, örgütü “Kürt kökenli vatandaşlarımızın menfaatleri için devletle savaşan bir gerilla grubu” görünümüne büründürmek ve bölge halkında sempati oluşturmaktır. Oysa örgütün 80’li yıllarda kundaktaki bebeklerden yaşlı insanlara kadar hiçbir ayırım gözetmeden masum bölge halkına karşı giriştiği toplu katliamlar hafızalardan silinmemiştir. Bölücü örgüt, komünist ideallere ulaşmak için geçmişte her türlü vahşete tereddüt dahi etmeden yönelmiştir. Bundan sonra da gerektiği anda silahlarını masum sivil halka doğrultacağına hiç kuşku yoktur.

Bölücü örgütün ve destekleyicilerinin asıl hedefi nedir?

Terör örgütünün ve onu organize edip destekleyen güçlerin asıl hedefi, bölgedeki Kürt kökenli vatandaşlarımızı etnik kökeni bahane ederek kışkırtmak ve Doğu bölgelerimizden başlayıp tüm Türkiye’yi içine alacak büyük bir ayaklanmayı başlatmaktır.

Bölücü örgüt liderinin 1975 yılında kaleme aldığı ve örgütün manifestosu niteliğindeki 68 sayfalık “Kürdistan Devriminin Yolu” isimli broşürdeki görüşler esas alınarak hazırlanan parti programında “Halk Savaşı” (ayaklanma) hakkındaki ifadeler şu şekildedir:

“Devrimimizin 3. özelliği, halkın geniş güçlerinin seferber edildiği uzun vadeli bir mücadele çizgisine sahip olmasıdır. Bu çizgi pratikte kendisini UZUN VADELİ HALK SAVAŞI biçiminde şekillendirir. Uzun süreli halk savaşı temelinde, bütün mücadele biçimlerinin kullanılmasını içerir. Devrimimizin 4. temel özelliği, sadece Kürdistan’la sınırlı olmayıp çevresini de derin etkisi altına alması ve bölgesel çapta gelişmesidir.”

Lübnan’da 1981 yılında ilki gerçekleştirilen ve bölücü örgütün adıyla anılan konferanstaki ifadeler de oldukça önemlidir:

“Özenle hazırlanmış bir gerilla mücadelesinin gelişimi içinde ve onunla birlikte GENİŞ KİTLELERİN AYAKLANMASI beklenmektedir... Bu durum şimdiden akılda tutulmalı, halk ayaklanmasının hazırlıkları ve sorunları daha şimdiden partinin gündemine getirilmelidir.”

Bölücü örgüt liderinin hazırladığı “Ayaklanma Taktiği Üzerine Tezler ve Görevlerimiz” isimli 1992 tarihli broşürde ise şu ifadeler yer almaktadır:

‘Halkımız gerçekten ayaklanmak istiyor. Planlı ve örgütlü bir biçimde, başına büyük badireler getirmeyecek bir önderlikle ayaklanmak istiyor. Son iki yıllık deneyimler ve özellikle de son bir yıllık çarpıcı deneyimler tartışma götürmez bir gerçeklikle halkımızın büyük çoğunluğunun ayaklanmaya evet dediğini, onay verdiğini gösteriyor.’

Sonuç olarak, Güneydoğu'daki olayları etnik açıdan değerlendirmek doğru değildir. Ortada bir sorun vardır; bu, komünist ideolojiye dayalı bir sistem kurmak için Türkiye’den, gerek silahlı mücadele ile gerekse de politik yollar aracılığıyla toprak kazanabilme sorunudur. Bu ise hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir ütopyadır. Doğu'da yaşayan ve samimi birer dindar olan Kürt kökenli vatandaşlarımız Allah’ı, peygamberleri, kitapları, ahireti inkar eden komünist örgütü -Allah’ın izniyle- çok yakında bölgeden söküp atacaktır.

FİKRİ MÜCADELE, TERÖRÜN KÖKÜNÜ KURUTACAK TEK YÖNTEMDİR

* Bölücü Örgüt Ancak Fikren Bozguna Uğrarsa Yok Olur… Bölücü terör, fikri yönden yenilgiye uğratılmadıkça sonuca ulaşmak imkansızdır. Gerçekten de konunun yıllardır yapılmaya çalışıldığı gibi askeri ve polisiye tedbirlerle çözümlenmesine imkan olmadığı ortadadır.

Fikren ezilen, ideolojisi çökertilen örgüt militanlarının hızla iradi gücü yok olacak, moral çöküntüsü meydana gelecek ve örgüt böylelikle imha edilecektir. Örgüte dış güçlerce sağlanan destek muazzamdır. Ne kadar operasyon yapılırsa yapılsın örgütün silahla, topla, tüfekle çökertilmesi imkansızdır. Ancak fikren bozguna uğrarsa yok olur.

* Materyalist Eğitimin Acilen Önü Alınmalıdır… Komünizmi besleyen ve taze kan sağlayan materyalist eğitimdir. Materyalizmi hayat felsefesi olarak benimseyen fertleri komünist ideallere ikna etmek oldukça kolay olmaktadır. Bu nedenle materyalist eğitimin durdurulması öncelikli konulardan biridir.

* Darwinizm Cehaleti Sona Erdirilmelidir… Terör örgütünü durdurmak ve ülke genelinde toplumsal birlik ve beraberliği sağlamak için öncelikli olarak terörü besleyen komünizmin temeli olan Darwinizm’in yerle bir edilmesi gereklidir. Çünkü Güneydoğu’da bölücü örgüt tarafından sürdürülen Darwinist propaganda örgüte yeni militanlar ve destekçiler kazandırmaktadır. Bölücü örgütün fikri alt yapısı ayakta durdukça terörün ardı arkası kesilmeyecektir. Bu fikirler sadece Kuzey Irak’ta değil, artık bölge halkının arasında da varlığını hissettirmektedir. Askeri önlemler önemli olmakla birlikte asıl acil ve gerekli olan, fikrin yok edilmesidir.

* Terörün Beyninin Hedef Alınması Gerekir… Terörün beyni Darwinizm, materyalizm ve ateizm üçlüsüdür. Bunlar yıkıldığında, terörün psikolojik gücü yerle bir olacaktır. Bataklık kurutulmadan teröre karşı mücadelenin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bataklık var oldukça sorun bitmeyecek, terör üretimi devam edecektir. Bataklık kurutulduğunda yani Darwinizm’in etkisi yok edildiğinde fikri gücü elinden alınan bölücü örgüt tam manasıyla bozguna uğrayacak ve dağılıp gidecektir. Çünkü bir komünist, fikri gücünü kaybederse bütün gücünü kaybeder ve eyleme kalkışacak gücü kendinde bulamaz hale gelir. Vücut beynin emrini dinlemez, fikri yıkılan terörist olduğu yere yığılır kalır, kıpırdayamaz olur. Komünizm batıl bir düşüncedir. Düşünce düşünceyle yıkılır. Bu nedenle Allah’ın izniyle Darwinizm ancak anti-Darwinizm ile, materyalizm de ancak anti-materyalizm ile yıkılacaktır. Alemlerin Rabbi, üstün kudret sahibi olan Yüce Allah’ın bir ayette bildirdiği gibi “hak gelecek" ve "batıl yok olacak"tır:

Darwinistler, İnsana ''Sorumsuzluk'' Telkini Verirler


Tarih boyunca materyalizmin en büyük amacı, insanları bir Yaratıcı'nın varlığı inancından uzaklaştırmak ve insana, bir maddeden fazla bir şey olmadığı yalanını aşılamaya çalışmaktır. Buradaki amaç, insana sorumsuzluk telkini vermek ve onu sözde evrim geçiren hayvandan başka bir şey olmadığına inandırmaktır. Darwinizm, materyalist mantığın bir devamı olduğundan, bu telkini vermek insanları Darwinizm'e daha fazla yaklaştırır. Çünkü sorumsuzluk duygusu, Allah inancı tam kalbine yerleşmemiş olan insanlara cazip gelebilir. Sorumsuzluk düşüncesi ile insanlar dünyanın zevklerine daha rahat sahip olabilecekleri yanılgısına kapılırlar. Yaşamları boyunca Allah'a karşı yerine getirmeleri gereken yükümlülüklerin farkında değilmiş gibi davranırlar. Allah'a ibadet etmek, ahiretin varlığını düşünerek yaşamak, nefsin telkini olan kötülüklerden sakınmak ve daima güzel ahlaklı olmak gibi Kuran ahlakının getirdiği sorumluluklardan uzaklaşabileceklerine ve bu şekilde kendi akıllarınca rahat edebileceklerine inanırlar. Oysa rahatlık olarak düşündükleri bu sistem, tam tersine büyük bir sıkıntı kaynağıdır. Güzel ahlaktan kaçınarak rahat edeceğini zanneden kişi, güzel ahlakı yaşamamanın verdiği manevi boşlukta sürekli sıkıntı içinde yaşar. Bencil olunca güçlü olacağını, adaletsiz davranınca menfaat sağlayacağını zanneden kişi, sürekli olarak bu çirkinliklerin acısını yaşar. Gösterdiği kötü ahlak kendisine döner. Kimsenin kimseyi sevmediği, kimsenin kimse için fedakarlıkta bulunmadığı, kimsenin kimseye vefa göstermediği, kimsenin kimseyi koruyup kollamadığı, adaletin, şefkatin, merhametin olmadığı bir ortamda yaşamanın maddi ve manevi kayıplarıyla ömrünü tüketir. Kısaca, Darwinistlerin verdikleri sorumsuzluk telkini, bazı kimselerin zannettiği gibi onların hayatını kolaylaştıran değil, tam tersine zorlaştıran, çirkinleştiren, maddi ve manevi olarak onlara azap getiren bir hale dönüşür. Nitekim bugün pek çok Batı ülkesinin yaşadığı sosyal çöküntü düşünüldüğünde bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır.

Tüm bunlara rağmen düşünmekten kaçınan bazı insanlar Darwinizm'e inanmaya daha yatkın hale gelebilirler. Çünkü bazı insanlar, kimi zaman yaşamlarının "basitleştiğini" zannederek rahatlama eğiliminde olabilirler. Çoğu kişiye hayvandan türeyen sorumsuz bir varlık olduğunu düşünmek sakıncalı gelmemektedir. Darwinizm de tam olarak bunun gereğini yapar, insanı adeta bir böcek veya bir sinek ile eşit tutar.

Evrimci paleontolog Stephen Jay Gould, bu mantığı şöyle özetlemektedir:

İnsan, hayatın devasa büyüklükteki çalılığında sonradan ortaya çıkmış, büyük ölçüde tesadüfi minik bir sürgünü temsil etmektedir sadece.

Ateist Richard Dawkins'in destek verdiği çeşitli ülkelerde gerçekleşen otobüs afişleri, söz konusu çirkin propagandanın çok net ve açık örneğidir. Dawkins'in destekçiliğini yaptığı otobüs afişleri, ateizm telkinini vermekte ve böylelikle kendince insanlara "sorumsuzca yaşamanın tadını çıkarmalarını" öğütlemektedir. Fazla derin düşünmeyen bir insan bu çağrıyı oldukça gerçekçi bulabilir ve söz konusu Darwinist telkin oldukça hızlı bir şekilde verilmiş olur. Her şey öylesine basit izah edilmiştir ki, kişi, nasıl büyük bir yanılgının içine düştüğünü, nasıl aldatıldığını fark etmez bile.

Oysa bu afişler, büyük bir sahtekarlıktan, ciddi bir yanılgıdan ibarettir. Bir insan, iman etmese de Allah'ın yüce varlığının delillerini sürekli görmekte, istese de istemese de Allah'ın yarattığı kaderi yaşamaktadır. İman delilleri - gerçekten görebilen ve akledebilen insanlar için - her yerdedir. İnsan, yalnızca iman ve Allah sevgisiyle mutluluğa erişebilir, yaşadıklarından zevk alabilir. Dünyadaki güzellikleri insana nimet olarak yaratan Allah, elbette Kendisi'ni en fazla sevene ve Kendisi'ne en fazla yakın olana bu nimetlerin güzelliğini ve zevkini tattıracaktır. İnkarcılar, nimeti de zevki de verenin Allah olduğunu unuttuklarından, sorumsuz ve sınırsız yaşadıklarında mutluluğa erişebileceklerini zannederler. Oysa Allah'tan gafil, sınırsız ve sorumsuz yaşamak, onlara her zaman zulüm, sıkıntı ve yıkım getirmiştir. Nimetler belaya dönüşmüş, alınacak zevkler daima hüsranla sonuçlanmıştır. Bu insanlar, Allah'a yakın olmanın, Allah'a iman etmenin güzelliklerini düşünemediklerinden, nimetin tümünü Allah'ın vereceğini kavrayamadıklarından, böyle sahte propaganda yöntemlerinin başarılı olacağını zannetmektedirler. Oysa ne kendileri güzel ve huzurlu bir hayat yaşayabilirler, ne de etraflarındaki insanları etkileyebilirler. (Dawkins'in savunuculuğunu yaptığı ateist otobüs afişleri, pek çok ülkede tepki görmüş, Finlandiya gibi bazı Avrupa ülkelerinde aşırı tepki çektiğinden otobüs şoförleri boykota gitmiş, otobüs şirketleri bu afişleri kullanmama kararı almış, halk tarafından söz konusu afişler yırtılmıştır. Bunun sonucunda pek çok yerde söz konusu afişler yasaklanmıştır.)

Bu telkinin en yoğun verildiği bir başka yer ise okullardır. Bir yüksek okul ders kitabı olan Biology, öğrencilere, "hayatın doğası"nı öğrenirlerken şu düşünceyi akıllarında tutmaları gerektiğini öğretir: "Evrim tesadüfidir ve tasarlanmamıştır". Üniversite ders kitabı Life: The Science of Biology'i okuyan öğrenciler ise şu ifadeyle karşılaşırlar: "Darwinci dünya görüşü, sadece evrim süreçlerini kabul etmek değil, aynı zamanda evrimsel değişimin nihai bir amaç veya duruma yönelik tasarlanmamış olduğu görüşünü de kabul etmek anlamına gelir". Bir insanın tesadüfen var olduğu yalanını, kör, şuursuz rastlantıların sonucu olarak var olduğu aldatmacasını öğreten bir eğitim sistemi kuşkusuz genç zihinlerin anarşiyi, çatışmayı, katliamı, ezmeyi, acımasızlığı, bencilliği makul gören son derece tehlikeli fikirlerle zehirlenmesi demektir ve bu telkinleri alan insanların istenilen şekilde yönlendirilebilmeleri de mümkün görünmektedir. Örneğin Douglas Futuyma'nın Evolutionary Biology adlı ders kitabının öğrencilere öğrettiği yanılgı şudur:

Darwin'in kör, amaçsız doğal ayıklanma yoluyla işleyen tesadüfi, amaçsız değişimler teoremi, niçin'le başlayan neredeyse tüm sorulara devrimci yeni bir cevap sunmaktadır. Çeşitli organizmaların varlıkları ve özelliklerinin bu tamamen mekanik, metaryalist açıklamasının derin ve tedirgin edici anlamı, insan davranışı dışında doğanın herhangi bir yerinde bir tasarı, amaç ya da hedef bulunduğuna dair bir kanıta rastlamadığımızdır, buna ihtiyacımız yok zaten.

Futuyma bilim dışı açıklamasına şöyle devam etmektedir:

Öncelikle Darwin'in evrim teorisi, onu takiben Marx'ın materyalist tarih ve toplum anlayışı (yetersiz ve yanlış olsa da) ve Freud'un insan davranışılarına yönelik atıfları, öteden beri Batı düşüncesinin büyük ölçüde sahnesi olmuş mekanikçilik ve materyalizm platformuna hayati bir dayanak sağlamıştır."

Oysa tüm bunlar büyük bir aldatmacadır.

İnsan, herşeyi basit ve bilinçsiz olarak algılayarak sorumluluklarından kurtulmuş değildir. Sorumluluklarından kurtulma duygusu da insanları rahatlatıp mutlu edecek değildir. İnsan bu duyguyu üzerinden attığında, bir anda dünya zevklerine sahip olmayacak, bir anda tüm dertlerinden kurtulmayacaktır. Ateist ve Darwinistlerin bilmedikleri veya kabul etmeyi reddettikleri önemli bir gerçek vardır: Her şeyi Allah yaratır. Dünyadaki nimetleri de, zevkleri de yaratan Allah'tır. Dolayısıyla insana dünyadaki güzelliklerden zevk alma ve rahat yaşama hissini verecek olan da Allah'tır. Allah dilerse, tüm nimetler, bolluk ve refahlık içinde bir insana en derin mutsuzlukları ve azapları yaşatabilir. İnsan, tüm zevkleri doyumsuz yaşamak için ne kadar çaba gösterirse göstersin, ona zevki ve mutluluğu verecek olan yalnızca Allah'tır. İşte ateistlerin ve Darwinistlerin en büyük yanılgıları bu gerçekten gafil olmalarıdır.

Sorumsuz olduğunu düşünen bir insan, herkes gibi sürekli sevgi, rahatlık ve güven arayışı içindedir. Ama kendisi gibi düşünen insanların oluşturduğu bir toplum içinde bunların hiçbirine sahip değildir. Sorumsuz insan yaşamı boyunca, bir gün mutlaka öleceğini unutmaya çalışır. Oysa sürekli ölümle muhataptır. Etrafındakilerin ölümünü izler, hastalıklara, kazalara sürekli olarak şahit olur. Bir böceğin ölümü bile kaçmaya çalıştığı ölümü ona mutlaka hatırlatacaktır. Ölümü ne kadar inkar etmeye çalışsa da ölüm korkusu tüm bedenini eninde sonunda kaplar. Etrafında ölen ve kendi inancına göre yok olup giden insanlar için üzüntüye boğulur. Kendi bedeninin geçen zamana karşı koyamadığını, sürekli ölüme doğru yaklaşmakta olduğunu inkar edememeye başlar. Ölümü reddetmek ona rahatlık değil, tam tersine korku, endişe ve sıkıntı getirir.

Sorumsuz yaşamak insana aslında tüm sıkıntı ve zorlukların kapısını açar. Her şeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu takdir edemeyen bir insan gelecekten ölesiye korkar. Tüm rızkın sahibinin Allah olduğunu takdir edemeyen bir kişi, hayatı boyunca bir yerlerden kazanç sağlama hırsı peşinde olur ve neredeyse bütün hayatı bu uğurda mahvolur. Allah'ın ahirette insanın tüm güzelliklere sahip olabileceği eşsiz bir hayat yaratmış olduğunu bilmeyen bir insan, hep kendi inandığı sistem içinde gerçek sevginin, gerçek dostluğun, gerçek vefanın yaşanmasını bekler. Oysa gerçek sevgiye bu dünyada ancak Allah için yaşadığı takdirde sahip olacaktır. Allah için yaşamadığı sürece hiçbir zaman bu beklentisi karşılık bulamaz. Gerçek sevgi ve vefaya ulaşamadan ömrünün hızla geçmekte olduğunu fark eder. Hiçbir geri dönüşü yoktur. Gelecekte olacakları hep dehşet içinde bekler.

Kendi inancına göre, yalnızca bu dünyadaki birkaç on yıla sahiptir. Ahiret inancı olmadığından, birkaç on yıl sonunda "yok olacağını" düşünür. Yok olacağını bile bile birkaç on yıl bu dünyada yaşamak insana nasıl bir mutluluk, zevk ve huzur verebilir ki? Elbette veremez. İşte bu nedenle hiçbir ateist, iddia ettiği gibi hayatın tadını çıkaramamakta, gelecekte kendisini nelerin beklediğini yalnızca endişe ve korku içinde izlemektedir.

Böyle bir insan, yaşamının sonuna geldiğinde, tüm hayatının boş ve sonuçsuz beklentiler içinde geçmiş olduğunu fark edecektir. İşte sorumsuzluğun insana getirdikleri bunlardır. Bir insan eğer ahireti ummuyorsa, başıboş ve tüm değerlerden yoksun yaşamak istiyorsa, bunun korkunç sonuçlarıyla da er geç karşılaşacaktır. Nitekim intiharlar, kavgalar, savaşlar, cinayetler, katliamlar, hırsızlık, tecavüz ve yolsuzluklar, bu sorumsuz yaşamın birer sonucudur.

Oysa Allah, "İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyamet Suresi, 36) ayetinde belirttiği gibi, insanı sorumsuz yaratmamıştır. İnsana huzur verecek olan, insanı doğru ve güzel yaşamaya, endişe, korku ve sıkıntı duymadan bir hayat geçirmeye yönlendirecek olan, yalnızca Allah korkusu ve Allah sevgisidir. Allah'tan korkan bir insan, Allah'a hesap vereceğini bilir, vicdanına aykırı yaşayamaz. Allah'tan korkan bir insan başkasına zarar veremez, kötü ahlak sergileyemez, insanları rastgele varlıklar olarak kabul edemez. Allah'a güvenen bir insan kendisini yaratanın, yaşatanın, kendisine rızık verenin, kendisine sağlık ve güç verenin Allah olduğunu ve bunları yalnızca Allah'tan isteyebileceğini bilir. Allah'tan korkan bir insan, Allah'ın yarattığı hayırlı bir kadere tabi olduğunu, bu dünyada yalnızca imtihan edildiğini, asıl hayatın ahirette Allah'ın takdir edeceği sonsuz bir yaşam olduğunu bilir. İşte bu nedenle bu dünyada sürekli olarak bir çaba içindedir. Allah'a karşı sorumlu olduğunu, Allah'a hesap vereceğini, Allah'ın kendisini başıboş ve sorumsuz yaratmadığını bilir.

Nimetler onun için sevinç vesilesidir, nimetlerin hakkını verecek, onlardan zevk alacak olan da yalnızca iman edenlerdir. İnsanlar zevklerin tümünü sınırsız olarak yaşadıklarında tatmine ulaşacaklarını zannederler. Oysa bu sınırsızlık, nimetlerden bıkma, hatta iğrenme aşamasına getirir insanı. Zevk almayı beklediği güzellikler, insan için bir anda belaya, külfete dönüşür. Ama nimetleri Allah için sevmek, Allah yarattığı için nimetlerden zevk almak başka bir ruh halidir. Bunu yaşayan bir insanın aldığı zevk olağanüstüdür. Ve bu bilinçte yaşamanın karşılığı, Allah'ın dilemesiyle, dünyada ve ahirette güzel bir yaşamdır.

Bölücü Komünist Ayaklanmaya Karşı Bilimsel Fikri Mücadele Şarttır


Darwinizm, komünizm, materyalizm, şiddet ve terör birbirlerinden ayrılmaz bir bütündür. İnsanları isyana, kavgaya, başıbozukluğa, sevgisizliğe, bencilliğe ve ahlaksızlığa yönelten Darwinizm yok edilmeden insanlar arasında dostluk ve kardeşliğin tesis edilmesi mümkün değildir.

İnsanı insan yapan değerlerden uzaklaştırılan, hayatın mücadeleden ibaret olduğu yönündeki Darwinist telkinlerle yetiştirilen insanlar için artık ailenin, din ahlakının, namus ve şerefin bir önemi kalmamakta, bu insanlar her türlü sapkın ideoloji ve akımın peşinden gidebilmektedir.

Ülkemizdeki terör konusunun temelinde Darwinizm vardır. Bugün askerimize, polisimize ve milletimize silah çeken azılı komünist militanlar, Darwinizm’in korkunç boyutlardaki etkisinin en somut delilleridir.

- Zaman zaman gündeme gelen “dağdakini ovaya indirmek” tarzı önerilere karşı son derece uyanık olmak gerekmektedir. Yıllarca Darwinist-komünist telkinlerle eğitilmiş, Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman sayan teröristlere, barış hoşgorü ve af mesajları göndermek, komünist bölücü örgütün ekmeğine yağ sürmek anlamına gelecektir. Bu tür akılsızca yaklaşımlar boş yere gündemi işgal etmekte, bölücü örgüte zaman ve zemin kazandırmaktadır.

- Dağdaki bölücü terör örgütü mensubu ovaya salıverildiğinde, bir gün önce mayın döşeyen, yol kesen, ağır silahlarla askerimize saldıran bölücü militan, halkın arasına sızacak, yeni militanlar ve devlet düşmanları yetişmesi için var gücüyle çalışacaktır. Böyle bir duruma çanak tutmak, dağdaki militanı ovaya salıp komünist, materyalist, Darwinist propaganda yapmasına olanak sağlamak, büyük bir dalalet ve ihanet olacaktır.

- Daha karşıdaki terörist gücün ideolojisi ve hedefleri konusunda bile teşhis konulamadığını gösteren bu tür yaklaşımlara anında cevap verilmelidir. Devletimizin karşısındaki örgüt dış güçlerce yönlendirilmektedir ve amaç ülkemizin doğu kısmını koparmak, hemen akabinde kalan kısmı da güçsüz ve zayıf duruma düşürmektir. Çin, Kuzey Kore, Venezuella, Küba gibi Marksist-Leninist ülkelerin tamamının, İsveç, Norveç, Danimarka gibi sosyalist kanadın iktidarda olduğu ülkelerin ve Avrupa'daki tüm Marksist ve sosyalist partilerin, -aynı inancı paylaştıkları için- açık ya da dolaylı biçimde Güneydoğu'daki komünist-bölücü teröre destek verdikleri de bilinen bir gerçektir. Bölücü örgütü palazlandıran ve devletimizin başına bela edenler Ortadoğu üzerinde geçmişten bu yana karanlık oyunlar oynayan materyalist, Darwinist ideolojilerin hakim olduğu bu gibi ülkelerdir. Bunlar, bugün her zamankinden fazla bölücü örgüte destek sağlamakta, herkesin gözü önünde ülkemiz aleyhinde faaliyet yürütmektedirler.

- Son günlerde yoğun olarak tartışılan Türkiye’yi eyaletlere ayırma planları ise ülkemiz için tam manasıyla sonun başlangıcı anlamında olacaktır. Ekonomik kalkınmayı hızlandırmak amaçlı bir öneri olarak geçmişte gündeme getirilen bu konu, bugün uygulamaya kalkıldığında şüphe götürmez bir biçimde ülkemizi felakete sürükleyecektir. Türkiye, Büyük Türkiye olmalıdır.

Türkiye’yi eyaletlere ayırmak, Türkiye’yi, Türk Milleti’ni yok etmenin başlangıç aşamasıdır. Bu karanlık tuzağın ikinci aşaması eyaletler arası iç savaş, üçüncü aşaması zayıf, güçsüz parçalara ayırmak, dördüncü aşaması ise işgal, ilhak ve yok etmektir. Bu amansız ihanete, aklı başında hiçbir Müslüman Türk evladı evet diyemez.

- Güneydoğu’da, Marksist-Leninist-komünist propaganda ile sürekli taraftar toplayan komünist bölücü harekete karşı geniş çaplı bilimsel anti-komünist, anti-Darwinist propaganda şarttır. Atılan hamasi nutuklarla, klasik politik demogoji ile bir netice alınması mümkün değildir. Bu tip üslup ve yaklaşımlar kızdırıcı olmakta, vatan millet düşmanlarının güç ve taraftar kazanmasına sebebiyet vermektedir. Komünist ideolojiye karşı ilmi mücadele, mutlak netice alınacak kesin bir çözümdür.

- Darwinist, materyalist, ateist ve Marksist Avrupa’nın işgaline sokulmak istenen güzel yurdumuzu savunmak için, bu kültürel saldırıya, kültürel mücadele ile cevap verilmelidir. Bu büyük fikir, felsefe mücadelesinde Darwinist, materyalist, Marksist görüş yenildiğinde, Anadolu’daki bu fitne, fesat ateşi de sönecektir. Bu konuda susulması ve geç kalınması vahim sonuçlar doğurabilir.

- Türkiye’de, Türk, Laz, Zaza, Kürt, Çerkez, Boşnak veya Gürcü sorunu yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Yüzlerce yıldır birarada, kardeşce, dostça yaşadığımız, etnik köken sorunu hissetmediğimiz Müslüman Türk Milleti vardır. Fikirlerimiz, inançlarımız, düşüncelerimiz ayrı olsa bile bu, dostluk ve kardeşlik bağını hiçbir şekilde, hiç kimse bozamaz, bozulmasına da asla müsaade etmeyiz.

- Kürt kökenli vatandaşlarımız son derece sevgi dolu, insancıl, merhametli, dindar ve misafirperverdirler. Diğer vatandaşlarımız gibi, Anadolu’da hakim olan güzel ve örnek ahlakı en güzel şekilde yaşamaktadırlar. Vatanını milletini yürekten seven bu üstün mizaçlı insanlar komünist militanların baskısından bir an önce kurtarılmalıdır.

DARWINİST GÖRÜŞLERİ BENİMSEYEN KOMÜNİST LİDERLER, İNSANI BİR ÇEŞİT HAYVAN OLARAK GÖRMÜŞLER, TERÖRÜ, KATLİAMI, KAN DÖKMEYİ VAZGEÇİLMEZ BİR YÖNTEM OLARAK KULLANMIŞLARDIR. DARWINİZM’DEN KAYNAKLANAN KOMÜNİST TERÖR SADECE GÜNEYDOĞU BÖLGEMİZ İLE SINIRLI DEĞİLDİR. TÜM TÜRKİYE VE TÜM ORTADOĞU KOMÜNİST İSTİLA TEHLİKESİ ALTINDADIR VE HEDEFLENEN DE BUDUR. UNUTULMAMALIDIR Kİ “KOMÜNİZMİN VATANI OLMAZ. KOMÜNİSTİN VATANI BÜTÜN DÜNYADIR.”

Darwinizm, Komünist Bölücü Terör Örgütünün İdeolojisinin Temelidir

Türk Devleti'nin bölünmez bütünlüğünü hedef alan en önemli tehdit olan bölücü terör, doğrudan komünist ideolojiye dayanmaktadır. Materyalizme ve Darwinizme dayanan bu ideoloji, ahlak, mukaddesat ve maneviyat gibi kavramları reddetmekte, insanların sadece maddi varlıklarını esas almakta, insanları bir çeşit hayvan olarak görmektedir. Karl Marks, Darwinizm ile komünizm bağlantısını şu şekilde açıklamıştır:

"Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor." (Marks Engels Mektuplar, cilt 2, s.126)

Lenin ise şöyle demektedir:

"Marks'ın teorisinin tümü, evrim teorisinin, en tutarlı, en tam, en düşünülmüş ve özlü biçimiyle çağdaş kapitalizme uygulanmasıdır." (Robert M. Young, Darwinian Evolution and Human History)

Terör, Bölücü Örgütlerin Vazgeçilmez Bir Yöntemidir

Terör, temeli Darwinizm’e dayanan bölücü ideolojilerin hedefe ulaşmak için kullandığı etkin bir yöntemdir. Komünist liderler terörü vazgeçilmez bir silah olarak taraftarlarına tavsiye etmişlerdir. Bölücü terör örgütünün bütün yöntemleri komünist ideolog ve liderlerin tavsiyeleri doğrultusundadır. Bu liderlerden Lenin’in terör talimatları oldukça dikkat çekicidir:

"Polisleri, askerleri, devlet memurlarını öldürmek, devlet kurumlarında yangınlar çıkartmak... Devletin hazinelerinden paraları almak... Devrimci komünist güçler yenilmez silahlı bir güç olarak ortaya çıkmalı, insanları öldürerek, bombalayarak, binaları havaya uçurarak korku yaymak ve bu şekilde toplumun üzerinde komünist diktatörlüğünü teşkil etmek iktidara ulaşmamızın önemli unsurlarındandır." ("Vladimir Lenin, Teorik ve Pratik Terör Hakkında", Homizuri G.P., Moskova 2005)
Bir Marksist-Leninistin, komünist ideolojinin gerektirdiği terörist eylemi yapması komünistleri adeta büyüler. Yapılan katliamları, bombalama eylemlerini ve şiddeti şeytani bir hazla ve takdirle karşılayıp hayranlık duyarlar. Bu sebeple Avrupa’daki ve dünyanın çeşitli yerlerindeki Darwinist-Marksist görüşlü insanların teröre karşı olması beklenemez. Bu, Marksist felsefenin ruhuna-mantığına aykırı olur. Kınama mesajları, uyarmalar böyle kitleleri hiç ilgilendirmez. Darwinist-Marksistler teröristleri, -güya- “feodalizme karşı savaşan, devrimci güçler” olarak görürler. Teröristler, Ho Chi Minh gibi tarihe geçen kan dökücüleri saygı ile anarlar.

Vietnamlı gerilla lideri Ho Chi Minh (1890-1969) koyu bir Marksist-Leninist ve Darwinistti. Bölücü komünist örgütün Güneydoğu’da kullandığı gerilla yöntemleri, bu azılı komünist liderin yöntemlerinin birebir uygulamasıdır.

Türk Milleti, Darwinist Aldatmacaya Karşı Bilgilendirilmelidir

Evrim teorisi, sahte kafatasları, sahte ara fosiller ve sayısız spekülasyonla ayakta tutulmaya çalışılan, ancak yolunun sonuna gelmiş olan bilim dışı bir iddiadır. İki temel konu evrim teorisinin çöküşünü ortaya koymaktadır. Bunlar:

1) Fosiller evrimi reddetmektedir

Darwin, Türlerin Kökeni isimli kitabında fosillerin teorisini desteklemediğini açıkça itiraf etmiş ve şöyle demiştir:

“Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.” (Charles Darwin, The Origin of Species, 1. baskı, s.172)

Darwin’den bu yana geçen 150 senedir evrim teorisini destekleyecek tek bir fosil bulunmamıştır. Tam tersine, bulunan fosillerin tamamının tam ve eksiksiz canlılara ait olduğu görülmüştür. Gerçekte hiçbir ara fosil yoktur.

Basında geçtiğimiz aylarda yer alan “Lucy’nin Kızı”, “Gogonasus” ve “Tiktaalik Roseae” isimli fosiller de ara fosil özelliği göstermemektedirler. Aynı şekilde Sivas’ta bulunan ve üç toynaklı at diye tanıtılan fosil de bir ara canlıya değil, bugün nesli tükenmiş olan normal bir canlıya aittir. Bu sayılanların hepsi tam ve mükemmel canlılara ait fosillerdir. Bu, bilim adamlarınca gayet iyi bilinen ve ispat edilmiş bir gerçektir.

Evrimcilerin elinde bir tane bile ara fosil bulunmamaktadır. Yerli evrimcilere defalarca çağrıda bulunmamıza, “gelin ara fosil var diyorsanız hiç olmazsa 2-3 tanesini gazete binalarınızda veya merkezi bir yerde sergileyin” dememize rağmen hiçbiri buna yanaşmamıştır. Bu apaçık meydan okumanın karşısında çıt çıkmamasının tek nedeni, ara fosil diye birşeyin bulunmamasıdır. Sadece yerli evrimcilerin değil, dünyadaki evrimcilerin de elinde ara fosil bulunmamaktadır. Bugüne kadar 100 milyona yakın fosil çıkarılmış, bunlardan bazıları arşivlenirken bazıları müzelerde kamuoyuna sergilenmiştir. Ancak bu denli yüksek sayıdaki fosilin arasında bir tane bile ara fosil yoktur. Bunlar ya bildiğimiz, bugün yaşayan canlılara ya da dinozor, mamut gibi nesli tükenmiş canlılara ait olan irili ufaklı fosillerdir. Fosiller evrim iddialarını değil, Yaratılış Gerçeğini göstermektedir.

Ülkemizin pek çok şehrinde gönüllü araştırmacılar tarafından fosil sergileri açılmaktadır. Bu sergilerde yer alan ve canlıların milyonlarca yıldır hiç değişmeden varlıklarını sürdürdüklerini ispat eden “yaşayan fosiller”, materyalist çevrelerde büyük rahatsızlık ve öfke meydana getirmiştir. Bu çevreler taşlaşmış canlıları gördükçe adeta çileden çıkmışlar, öfkeleri ağızlarından taşar olmuştur.

Yerli evrimciler ise ülke çapındaki yenilgilerini tam bir yılgınlık ve çaresizlikle sessizce kabul etmişlerdir. Ara fosil konusunun önemini bile yeni yeni öğrenen yarı cahil bazı evrimciler, içinde bulundukları açmazı yeni yeni fark etmeye başlamışlar ve sessizliğe bürünmüşlerdir.

2) Cansız maddelerden canlılık oluşmaz: Protein çıkmazı

Proteinler hem canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluşturan hem de hücre içinde çok çeşitli görevler üstlenen kompleks moleküllerdir. Bir proteinin tesadüflerle ortaya çıkma ihtimali 10 üzeri 950’de 1’dir. (Bu sayı pratikte “0 ihtimal” anlamına gelir.) Tek bir protein bile kendi kendine oluşmazken, milyonlarca canlı türünün tesadüflerle meydana geldiğini iddia etmek tam bir materyalist-evrimci hezeyanıdır.

Mao'nun Darwinist Zulmü- 3


Çin'in İşgal Altında Tuttuğu Ülkelerdeki Vahşet

Mao'nun Çin halkına yaptığı zulümler, suni olarak yaratılan açlıklar ortamları ve kültür devrimi sırasında yapılan insanlık dışı uygulamalar şiddetli boyutlara ulaşmıştır. Ancak Maoizm'in vahşeti, sadece Çin halkına yönelik değildi. Çin tarafından işgal edilen veya daimi bir işgal altında yaşatılan halklar da kızıl vahşetin hedefi oldular. Bunlardan biri, Çin'in batısındaki "Uygur Özerk Bölgesinde", bir diğer ifadeyle Doğu Türkistan'da yaşayan Uygur Türkleri'ydi. Hem Müslüman oldukları hem de etnik bir azınlık oluşturdukları için Pekin rejiminin hedefi haline gelen Uygur Türkleri, Mao'nun iktidara geldiği 1949 yılından itibaren sistemli bir soykırımla karşılaştılar.

Uygur Türkleri'nin dini vecibelerini yerine getirmelerine izin verilmedi, ibadet yerleri ve okulları kapatıldı, bölgenin birçok yerinde din adamları tutuklandı, büyük bir kısmı ise öldürüldü. Çin, Uygur Özerk Bölgesinde hiçbir önlem almadan nükleer denemeler yaptı. 1964 yılından bu yana 46 nükleer deneme gerçekleştirildi. Bu nükleer denemelerin sonucunda Uygur Türkleri arasında kanser oranı olağanüstü derecede arttı, pek çok çocuk sakat veya ölü olarak doğdu.

1949-1952 yılları arasında 2.800.000, 1952-1957 yılları arasında 3.509.000, 1958-1960 yılları arasında 6.700.000, 1961-1965 yılları arasında 13.300.000 Müslüman Uygur Türkü Çinliler tarafından çeşitli yöntemlerle öldürüldü. Müslüman Uygurların 1 taneden fazla çocuk sahibi olmalarının yasaklandığı Doğu Türkistan'da, bu yasağa uymayanların çocukları anne rahminde kürtajla katledildi.

Mao döneminde başlayan bu uygulamalar halen devam etmektedir. Zorunlu göç, zorunlu nüfus planlaması ve katliamlar neticesinde Uygurlu Türkler, Doğu Türkistan topraklarında azınlık konumuna düşürülmüşlerdir. 1953 yılından bu yana sürdürülen asimilasyon politikası sonucunda Uygur Özerk Bölgesi'nde yüzde 75 olan Müslüman nüfus oranı günümüzde yüzde 35'lere kadar düşmüştür. Bugün 25 milyonu aşkın Doğu Türkistanlı Müslüman, Çin baskısı altındadır. Binlerce Müslüman siyasi tutuklunun bulunduğu bölgede gözaltına alınan insanlardan bir daha haber alınamamaktadır. Komünist Çin rejiminin vahşet elinin uzandığı bir diğer ülke ise Tibet'tir. Tibet, Çin'deki komünist devrimin hemen ertesi yılı, yani 1950'de Çin ordusu tarafından işgal edilmiştir. Çin, burayı kendisine bağlı özerk bir bölge haline getirmiş, Tibetliler de bunu kabul etmişlerdir. Ancak Çin'in Tibet halkı üzerindeki baskısı giderek artmıştır. Çin yönetimi, Tibet köylülerini mahsullerini çok düşük fiyata satmak zorunda bırakmış, ülkedeki bütün önemli kurumlara Çinli yerleşimcileri atamış, en ufak bir direniş ifadesini çok kanlı ve zalim yöntemlerle bastırmıştır. Tibet'in Çin'e karşı direnişini yıllar boyu yöneten Dalai Lama, Çin komünizminin halkına uyguladığı vahşeti şöyle anlatır:

(Tibetliler) yalnız kurşunlanmakla kalmadı; öldüresiye dövüldüler, çarmıha gerildiler, canlı canlı yakıldılar, boğuldular, parçalandılar, açlıktan öldürüldüler, boğazlandılar, asıldılar, haşlandılar, canlı olarak toprağa gömüldüler, kollarından bacaklarından gerilerek parçalandılar ya da kafaları koparıldı. (Pierre-Antoine Donnet, Tibet mort ou vif, Paris, Gallimard, 1990, s. 126)

Kamboçya: Kızıl Cinnetin Doruk Noktası

Mao'nun ideolojisi, bir diğer ifadeyle Maoculuk, komünizmin en kötü versiyonudur. Zaten acımasız, çatışmacı, zalim ve kan dökücü bir ideoloji olan komünizm, Maoculuk ile birlikte daha da ileri bir vahşet boyutuna varmıştır. Bunun bir nedeni, Maoculuğun "geleneksel" Uzakdoğu Asya vahşetini de komünizme katmış olmasıdır.

Bu olguyu daha da iyi anlayabilmek için, Asya'daki bir başka komünizm örneğine daha bakmak gerekir. Söz konusu örnek, Çin'in desteğiyle iktidara gelmiş ve Maoculuğu yöntem olarak benimsemiş bir rejimdir: Kamboçya'daki Kızıl Khmer rejimi.

Kamboçya, Asya'nın Hindistan'la Çin arasında kalan ve bu yüzden "Hindiçini" olarak anılan bölgesinde yer alır. Küçük ve fakir bir ülkedir. Halkının ezici yoğunluğu yüzyıllardır tarımla geçinir. Tarımın başlıca unsuru ise ülke boyunca uzanan pirinç tarlalarıdır. Ancak bu pirinç tarlaları, 1975-79 yılları arasında "ölüm tarlalarına" dönüşmüştür. Nüfusu 9 milyon olan ülkede, yaklaşık 3 milyon kişi, kafasına kurşun sıkılarak, kafatası baltayla parçalanarak, başından torba geçirip boğularak veya açlığa mahkum edilerek öldürülmüştür. Tarihte eşi görülmedik bu vahşetin failleri ise, Kamboçya'nın Maocularıdır: Kızıl Khmerler.

Kızıl Khmer örgütü, Pol Pot adlı bir Maocu tarafından kurulmuş ve yönetilmiş bir komünist partidir. Uzun yıllar Kamboçya ormanlarında örgütlenen ve iktidar hayalleri kuran Kızıl Khmerler, 1975'te bu rüyalarına kavuşurlar. İktidara geldikten sonra da, Stalin Rusyası'nda veya Mao'nun Çini'nde bile görülmeyen boyutlarda totaliter ve zalim bir rejim kurarlar. Kızıl Khmer rejimi, komünist cinnetin doruk noktasıdır. Parti, ülke için yapılması gereken tek komünist görevin, pirinç tarlalarında ölesiye çalışmak olduğuna karar vermiş ve tüm Kamboçya nüfusunu tarlalarda çalıştırmaya başlamıştır. Şehirlerde yaşayan on binlerce insan- devlet adamları, bürokratlar, öğretmenler, aydınlar-köylere sürülmüş ve oluşturulan kolektif çiftliklerde çok ağır şartlarda çalıştırılmaya başlanmıştır. Çalışmak sırasında kaytarmak, toplanan ürünlerden bir parça bile olsun izinsiz olarak yemek veya herhangi bir dini ibadet "devrime isyan" sayılmış ve bu bahanelerle her dakika insan öldürülmeye başlanmıştır.

Kızıl Khmerler, partilerine "Angkar" adını vermişler ve tarlalarda ölesiye çalıştırdıkları milyonlarca insana "Angkar sürekli olarak sizi görüyor" telkininde bulunmuşlardır. Kızıl Khmer vahşetinden kurtulmayı başaran bir Kamboçyalı, sözde "demokratik" Kamboçya'da yaşananları şöyle anlatır:

Demokratik Kamboçya'da cezaevi, mahkeme, üniversite, lise, para, posta, kitap, spor, eğlence yoktu. Yirmi dört saatlik işgününde, ölüm bir an bile eksik değildi. Günlük yaşam şu şekilde bölünüyordu: on iki saat bedensel çalışma, yemek için iki saat, dinlenme ve eğitim için üç saat, yedi saat uyku. Devasa bir toplama kampında bulunuyorduk. Artık adalet de mevcut değildi. Yaşamımızın tüm eylemlerini kararlaştıran Angkar'dı. Kızıl Khmerler çelişkili eylemlerini ve emirlerini haklı göstermek için sıkça örneklere baş vuruyordu. Bireyi bir öküzle kıyaslıyorlardı: 'Şu saban çeken öküzü görüyorsunuz. Yemesi buyrulursa yer. Yeterli otun bulunmadığı bir tarlaya götürülürse yine de otlar. Yer değiştiremez. Gözlem altındadır. Ona sabanı çekmesi söylenince, saban çeker. Asla karısını ve çocuklarını düşünmez. (Komünizmin Kara Kitabı, s.783)

Kızıl Khmer rejimi, komünizmin temelinde yer alan "insanın hayvanlaştırılması" projesini en belirgin biçimde hayata geçirmiştir. İnsanlar, üstteki örnekte belirtildiği gibi, "tarla süren öküzler gibi" olmaya zorlanmışlardır. Bu arada din, ahlak ve aile gibi insani kavramların yok edilmesine büyük önem verilmiştir. Komünizmin Kara Kitabı'nda, Kızıl Khmer rejiminin aile kurumunu ve aile fertleri arasındaki sevgiyi yok etmek için yaptığı uygulamalar şöyle anlatılır:

Rejim, her bireyin Angkar karşısında tamamen bağımlı olması şeklindeki totaliter tasarısına karşı kendiliğinden bir direniş seti oluşturacağını düşündüğü aile bağlarını gevşetmek ya da koparmak için herşeyi yaptı; çalışma birimlerinin köye çok yakın yerlerinde bile çoğu zaman kendi "lokalleri" (bazen basit hasırlar ya da hamaklar) vardı. Burayı terk etme izni almak çok zordu: kocalar haftalar boyunca eşlerinden ayrı kalıyor ya da dahası çocukları yaşlı ebeveynlerinden uzaklaştırılıyorlardı. Yetişkinler ise ailelerini görmek için izin almadan, kimi zaman da döndüklerinde onların öldüklerini görmüş olmak pahasına ve yakınlarından hiçbir haber almaksızın altı ayı geçirebiliyorlardı. Burada model yukarıdan geliyordu: yönetici çiftlerin kendileri de pek sıkça ayrı yaşıyordu. Bir annenin, küçük olsa bile çocuğuyla fazlaca ilgilenmesine pek iyi gözle bakılmıyordu. (Komünizmin Kara Kitabı, s.793)

Aslında burada karşılaştığımız uygulamalar, Karl Marx'ın ve Friedrich Engels'in ailenin kökeni hakkındaki yorumlarının eyleme dönüşmüş halinden başka bir şey değildir. Marx ve Engels, maymundan evrimleşmiş bir hayvan türü olarak gördükleri insanın din, ahlak ve aile gibi kavramlara sahip olmaması gerektiğini, bunların ekonomik ilişkiler sonucunda ortaya çıkan "üst yapı kurumları" olduğunu ileri sürmüştür. Komünist bir toplumda da bu kavramların yok olacağını vaat etmişlerdir. İşte Kızıl Khmerlerin projesi, Marx ve Engels'in bu batıl inancını hayata geçirmekten başka bir şey değildir.

Dini ve aileyi yok etmek, insanları da hayvanlaştırarak "tarla süren öküzler" haline getirmek isteyen Kızıl Khmerler, daha önceden Lenin, Stalin ve Mao tarafından kullanılan kasıtlı kıtlık yöntemini de yeniden uygulamaya geçirdiler. Halk kasıtlı olarak aç bırakılıyor, bu yolla irade ve kişilikleri yok ediliyor, sonra da "Angkar" tarafından beslenerek Kızıl Khmer rejimine adeta bir ilah gibi tapması isteniyordu:

Milyonlarca Kamboçyalı'yı yıllar boyunca ezen açlık, bilinçli olarak daha iyi köleleştirmek için kullanıldı. Böylece zayıf düşürülmüş, besin rezervi oluşturmaktan aciz bireyler, daha az kaçma girişiminde bulunurdu. Sürekli beslenme tutkusuna kapılan kişilerde, özerk düşünce, itiraz, hatta cinsellik gücü yıkılır. ... Hatta ebeveynler ile çocuklar arasındaki dayanışmayı kırmayı sağlar. Kendisini besleyen eli, kanlı bile olsa kimse öpmekten çekinmiyordu. (Komünizmin Kara Kitabı, s.790)

Bu açlık kasten oluşturulmuştu, öyleki ülkede açlıktan ölenler varken ekilmeye elverişli toprakların yalnızca beşte biri kullanılıyordu! Açlıktan insanların ölmesi rejim için bir sorun değil, bir hedefti zaten. Kızıl Khmer liderleri sık sık şöyle diyorlardı:

"Kurduğumuz ülke için bir milyon iyi devrimci yeterlidir; geri kalanına gereksinimimiz yok. Bir düşmanımızı hayatta bırakmaktansa, on dostumuzu öldürmeyi yeğleriz." (Pin Yathay, L'Utophie meutriere: un rescape du genocide cambodgien temoigne, Bruxelles, 1989, s. 237)

Mao'nun Kültür Devrimi sırasında başgösteren "sevgiye, güzelliğe, estetiğe ve kültüre düşmanlık" eğilimi, Kızıl Khmerler'de cinnet noktasına varmıştı. İnsanların saçlarını taramaları, kendilerine biraz özen göstermeleri, hatta gözlük takmaları bile "halk düşmanlığı" sayılabiliyordu!.. Aşağıdaki alıntı, bir Kızıl Khmer kampında, kamp yöneticisinin tutsaklara yaptığı bir konuşmadan alınmıştır:

Demokratik Kamboçya'da, Angkar'ın şanlı rejimini değil, geleceği düşünmek zorundayız. Geçmiş toprağa gömüldü, 'Yeniler' konyağı, pahalı giysileri ve modaya uygun saç kesimlerini unutmalı. Kapitalistlerin teknolojisine gereksinimimiz yok, hem de hiç! Yeni sistemde çocukların okula gönderilmeleri de gerekmiyor. Kırlar bizim okulumuz, toprak kağıdımız, saban dolmakalemimiz: yazılarımızı çift sürerek yazacağız! Karneler ve sınavlar yararsızdır; çift sürmeyi öğrenin: işte yeni diplomalarınız! Ve doktorlar; artık onlara da gereksinimimiz bulunmuyor! Eğer bağırsaklarının çıkartılmasını isteyen bir kişi varsa, onunla ben kendim ilgileneceğim!...

Görüyorsunuz ne kadar basit, bunun için okula gitmeye gerek yok! Üstelik biz mühendislik ya da profesörlük gibi kapitalist mesleklerine de gereksinim duymuyoruz! Ne yapmamız gerektiğini söyleyecek öğretmenlere de gereksinimimiz yok; bunların hepsi kokuşmuştur. Tarlalarda sıkı çalışmak isteyen kişilerden başkalarına gereksinim duymuyoruz! Yoldaşlar, bununla beraber. çalışmayı ve özveriyi reddedenler var. Doğru devrimci anlayışa sahip olmayan ajitatörler var. Yoldaşlarım, bunlar bizim düşmanlarımızdır! Hatta bunların bazıları bu akşam burada!

Bu kişiler eski dünyanın kapitalist düşüncesine yapışıyor! Onlar hemen tanınabilir: Aranızdan bazı kişilerin hala gözlük taktıklarını görüyorum! Neden gözlük takıyorlar? Onlara bir tokat atarsam, göremeyecekler mi? Ha! Başlarını geriye çekiyorlar; demek ki beni görebiliyorlar. Şu halde gözlüğe gereksinimi yok onların! Kapitalist modasını izlemek için gözlük takıyorlar; bunun kendilerini güzelleştirdiğini sanıyorlar! Buna gereksinimimiz yok bizim: güzel olmak isteyen kişiler tembel ve halkın enerjisini sömüren sülüklerdir! (Komünizmin Kara Kitabı, s. 817-818)

Kamboçya'yı Çin'in desteğiyle ele geçiren bu Maocu psikopatlar, başta belirttiğimiz gibi 3 milyona yakın suçsuz insanı öldürdüler. Öldürülecek insanlar önce kafalarına kurşun sıkılarak infaz ediliyordu. Ama sonra bunun "mermi israfı" olduğuna karar verildi ve daha vahşi yöntemlere geçildi. Konuyu inceleyen Fransız araştırmacı Marek Sliwinski, bu yöntemlerin "mermi tasarrufu" yanında Kızıl Khmer militanlarının sadizmini tatmin etmek bakımından da tercih edildiğini yazar. Buna göre kurbanların yüzde 53'ünün kafası ezilmiş (demir çubukla, kazma sapıyla, bazen de çapa sapıyla), yüzde 5'i kafasına geçirilen plastik torbayla boğulmuş ve yüzde 5'i de boğazlanmıştır.

Kızıl Khmer rejimi, Vietnam'ın 1979'da Kamboçya'yı işgal etmesiyle sona erdi. Vietnamlılar, bir önceki rejimin vahşetini dünyaya sergilemek için "ölüm tarlaları" olarak anılan pirinç tarlalarını kazarak cesetleri çıkardılar ve bunları sergilediler. Bugün Kızıl Khmerler tarafından öldürülen on binlerce insanın kemik ve kafatasları, başkent Phnom Penh'teki bir müzede sergilenmektedir.

Charles Darwin'in yazdığı bir kitapla kendisine "bilimsel temel" bulan Marx ve Engels'in safsatalarıyla şekillenen, Lenin ve Stalin'in vahşetiyle bir dünya gücü haline gelen ve Mao'yla birlikte cinnet boyutuna varan komünizm, Kamboçya'daki vahşetle birlikte gerçek yüzünü dünyaya göstermiştir.

Kuzey Kore ve Vietnam

Asya'daki kızıl vahşet sadece Çin ve Kamboçya ile de sınırlı kalmamış, Kuzey Kore ve Vietnam'daki komünist rejimler de kendi halklarına karşı acımasız bir terör uygulamışlardır. On yıllarca Kim Il Sung'un diktası altında yönetilen Kuzey Kore rejiminin katlettiği insan sayısının 1.5 milyon olduğu hesaplanmaktadır. Yüz binlerce insan ise Kuzey Kore'nin feci hapishanelerinde işkence görmüştür. Komünizmin Kara Kitabı'nda, insanların hayvan muamelesi gördüğü Kuzey Kore hapishanelerinden şöyle söz edilir:

... Terim resmen kullanılmasa da söz konusu olan gerçek cezaeviydi. 2000'i kadın 6000 insan bu ceza kompleksinde, sabahın 05.30'undan gece yarısına kadar terlik, tabanca kılıfı, çanta, kemer, patlayıcı ateşleyicileri, yapay çiçekler üretmek üzere hayvanlar gibi çalışıyordu. Hamile mahkumlar korkunç bir biçimde çocuk düşürmeye zorlanıyordu. Cezaevinde doğan her çocuk kaçınılmaz olarak boğuluyor ya da boğazlanıyordu. (Komünizmin Kara Kitabı, s.7278) Komünizmin Kara Kitabı, s.731)

Kuzey Kore hapishanelerinde yaşamış bir mahkum, bu kamplarda yaşanan infazları ve işkenceleri şöyle anlatmaktadır:

İnfazları kim yürütür? Seçim, ellerini kirletmek istemedikleri zaman kurşuna dizen ya da can çekişmeyi izlemek istediklerinde ağır ağır öldüren güvenlik görevlilerinin insafına bırakılır. Ben böyle sopa darbeleriyle, taşa tutmayla ya da kürekle adam öldürülebildiğini de öğrendim. Mahkumların oyun oynayarak, silahla nişan alma yarışması yaparak, göze nişan alarak öldürüldüğü oldu. İşkenceye uğrayanların, aralarında dövüşmeye ve karşılıklı olarak kendilerini parçalamaya zorlandıkları da oldu. Gaddarca katledilmiş kişilerin cesetlerini birçok kez kendi gözlerimle gördüm: Kadınlar çok ender rahat ölürdü. Bıçak darbeleriyle doğranmış göğüsler, kürek sapıyla deşilmiş cinsel organlar, çekiçle kırılmış boyunlar gördüm. Kampta ölüm çok sıradan bir şeydir. 'Siyasi suçlular', hayatta kalmak için elden geldiğince çırpınır. Bunlar, biraz daha mısır ve domuz yağı elde etmek için ne olursa yapar. Yine de bu mücadeleye rağmen, her gün ortalama dört ya da beş kişi açlıktan, kazadan ya da. idam infazından dolayı ölür... (Komünizmin Kara Kitabı, s.731)

Kuzey Kore'deki komünist rejimin bir diğer zalimane özelliği, Darwinizm'in bir ürünü olan "öjeni" teorisini benimsemesi ve uygulamasıdır. Öjeni, Darwin'in kuzeni Francis Galton tarafından ortaya atılmış ve 20. yüzyılın başlarında bilimsel bir yaklaşım olarak görülmüş bir kuramdır. Öjeninin amacı, bir insan ırkındaki hasta ve sakat insanların "sterilize edilmesi" (yani toplumdan dışlanmaları), bunun yerine sağlıklı insanların ilişkiye girerek üremesinin teşvik edilmesidir. Bu sürecin sonunda, daha üstün sağlıklı toplumlar ortaya çıkacağı hayal edilmiştir. Bir teori olan öjeniyi resmi politika olarak uygulayan ilk ülke ise Nazi Almanyası'dır. Hitler, Alman toplumundaki kalıtsal hasta ve sakatları özel "sterilizasyon merkezlerinde" toplamış ve sonra da öldürmeye başlamıştır.

"Evrimi hızlandırmak" adına yapılan bu zulmün bir örneği de Kuzey Kore'nin Darwinist-komünist rejimi tarafından uygulanmaktadır. Komünizmin Kara Kitabı'nda Kuzey Kore tarzı öjeni şöyle anlatılır:

Kuzey Koreli sakatlar ciddi bir sürgünün kurbanlarıdır. Yani bunların başkent Pyongyang'da oturmaları söz konusu olamaz. Son yıllara kadar sakatlar ailelerinin onları ziyaret edebilmeleri için varoşlardaki yerleşim yerlerine sürülürdü. Bugün ise bunlar dağlık, ücra bölgelere ya da Sarı Deniz'deki adalara gönderiliyor. İki sürgün yeri kesinlikle belirlenmiş durumda: ülkenin kuzeyinde, Çin sınırlarından fazla uzak olmayan Boucun ve Euicio. Sakatlar konusundaki bir ayrım, bu dışlama siyasetinin Pyongyang'dan başka, Nampo, Kaesong, Çongcin gibi kentlere de uygulanmasıyla yakın zamanlarda daha da şiddet kazandı. Özürlülere koşut olarak, cüceler de sistemli olarak takip edilir, tutuklanır, yalnızca toplumdan uzaklaştırmak için değil çocuk sahibi olmaktan yoksun bırakıldıkları kamplara gönderilir. Kim Cong Il "Cüce soyu ortadan kaldırılmalı" diye bizzat emir vermiştir. (Komünizmin Kara Kitabı, s.736)

Vietnam ise, Asya'nın bir diğer kanlı komünist diktası olmuştur. Önce Fransızlarla sonra da Amerikalılarla uzun bir savaş yapan Kuzey Vietnam, 1975 yılında Güney Vietnam'ı ele geçirmiş ve tek bir birleşik komünist Vietnam ortaya çıkmıştır. Kuzey Vietnam'ın kurucusu Ho Chi Minh ve onu izleyen Vietnam yöneticileri, kendi halklarına karşı ağır baskı ve işkenceler uygulamaktan çekinmemiştir. 1975-77 yılları arasında bir dönemde rejim muhalifi bir Vietnamlının yazdığı bir mektupta ülke şöyle tarif edilir:

Sadece Saygon'un resmi cezaevi olan Chi Hoa Cezaevi'nde, eski rejim zamanında 8 bin kişi bulunduruluyordu; bugün ise aynı cezaevine 40 bin kişi tıka basa doldurulmuş bulunuyor. Mahkumlar sıkça açlıktan, havasızlıktan, işkence altında veya intihar ederek ölüyor... Vietnam'da iki tür cezaevi vardır; resmi cezaevleri ve toplama kampları. Bu sonuncular sık ormanların arasında kaybolmuştur; mahkumlar müebbet zorunlu çalışmaya hükümlüdür, hiçbir zaman yargılanmaz ve hiçbir avukat onların savunmasını üstlenmez. (Komünizmin Kara Kitabı, s.753)

Benzer zulümler, 1975'te Vietnam tarafından işgal edilen ve ardından komünist bir rejimle yönetilmeye başlayan Laos'ta da yaşanmıştır. Hindiçini'nin ortasında yer alan bu fakir ülkede gelişen "Pathet Lao" komünistleri, iktidara geldikten sonra pek çok "rejim muhalifi"ni baskı altına almışlar, on binlerce Laoslu ise rejimin baskısı nedeniyle mülteci durumuna düşmüştür.

Maoculuk Tehlikesi Sürüyor

Asyalıların tarihi geleneğinde sertlik vardır. Özellikle Uzakdoğu Asya, tarih boyunca şiddetli çatışmaların, kan davalarının, vahşi intikamların yurdu olmuştur. Bu geleneğin üzerine komünizm gibi şiddeti ve vahşeti meşru gören, hatta gerekli sayan bir ideoloji eklenince, sonuç tam bir felaket olmuştur. Darwinizm'i temel alan, dolayısıyla insanı çatışarak kan dökmeye mahkum bir hayvan türü olarak gören komünizm, Uzakdoğu Asya'nın pirinç tarlalarını birer ölüm tarlası haline getirmiştir. Dahası, Uzakdoğu Asya'da komünizmin medeniyet ve kültür düşmanlığı daha ileri boyutlara varmış, cehaleti, çirkinliği, tek düzeliği ve düşünmemeyi makbul gören, medeniyet yerine hayvanca yaşamayı tercih eden korkunç bir ideoloji ortaya çıkmıştır.

İşin ilginç yanı, böylesine zalim ve ilkel bir ideolojiyi körü körüne benimseyen ve bunu dünyanın diğer ülkelerine yaymaya çalışan pek çok örgütün ve akımın var olmasıdır. Bugün dünyanın farklı ülkelerinde pek çok Maocu terör örgütü veya ideolojik grup faaliyet halindedir. Maocular, Sovyetler Birliği'nin çökmesini, "komünizmin yanlış bir yorumunun iflas etmesi" gibi göstermekte ve bu çöküşle birlikte Maoizm'in haklı çıktığını iddia etmektedirler. Mao'nun korkunç vahşetlerini, cinayetlerini, kıtlıklarını, zalimliklerini tamamen göz ardı ederek, bu karanlık ideolojiyi sözde dünyanın geleceği için tek alternatif gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Özellikle az gelişmiş ülkelerde örgütlenen Maocular, "Üçüncü Dünyacılık" olarak bilinen köhne teoriyi yeniden uyandırarak, bu ülkeleri komünizmin karanlığına çekmeye çalışmaktadırlar. Anlaşılan odur ki, Mao'nun işkence ederek öldürdüğü on milyonlarca insan, bu komünistleri tatmin edememiştir. Daha fazla kan istemektedirler.

Bilim Tarihi Ne Kadar Eski?


Bilim tarihi insanlar için hep bir araştırma konusu olmuştur. Eski çağlara ait kalıntıların incelenmesiyle, bu dönemlerdeki bilim düzeyi hakkında bilgiler edinilmeye çalışılmıştır. Bu araştırmaların gelişen teknoloji sayesinde hız ve derinlik kazanması, insanlara her geçen gün bilim tarihiyle ilgili yeni veriler sunmaktadır.

İşte bu verilerden bir yenisi İtalyan Alpleri'nde bulunan 5000 yıllık bir avcı cesedinin yanındaki çantada bulunan yaylar ve oklardır. 5000 yıl öncesine ait bu oklardaki bilimsel özellikler insanı hayrete düşürücü niteliktedir : Okların arkasında bulunan tüyler, okun hedefe doğru giderken hızla dönerek ilerlemesini sağlayacak "ivli" şekilde yerleştirilmişlerdir.

İvme sistemi yani sabit hızda ilerleyen maddenin hızını artıran etkenler ise ancak 18. yüzyılda keşfedilmiştir. İşte bu yeni bulgu, araştırmacılar arasında, 18. yüzyılda yeni keşfedilen bir bilginin 5000 yıl önce insanlar tarafından nasıl bilindiği ve kullanıldığı konusunda şaşkınlık yaratmıştır.

İvme Sistemi ve Newton'un Hareket Yasaları

Önce İvme Sitemi hakkında biraz bilgi edinelim:

İvme, hızı sürekli artan ya da azalan cisimlerin belli bir süre sonundaki hızlarının hesaplanmasında kullanılır.Bir hareketlinin hızının birim zamandaki artış ya da azalma miktarına İvme denir:

a=(v(son)-v(ilk))/(t(son)-t(ilk)) denkleminde, V:hız, a:ivme, t:zamandır.

Bu konudaki en önemli kaynak Newton'un 18. yüzyılda açıkladığı hareket yasalarıdır. Bu yasalara göre, bir cismin hareketinde ya da şeklinde bir değişikliğe yol açan etmene kuvvet denir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi kuvvetle hareket arasında bir bağlantı vardır.

Newton'un dayandığı temel yasalardan ilki "Eylemsizlik Yasası"dır Buna göre bir cisme hiçbir kuvvet etki etmiyorsa ya da cisme etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfırsa bu cismin hızında bir değişiklik olmaz. Eğer maddesel bir noktanın yeri mutlak bir koordinat eksenler sistemine göre tarif edilirse ve bu maddesel nokta dışarıdan başka cisimlerin etkisi altında bulunmuyorsa bu nokta ivmesiz olarak hareket edecektir; yani ya hareketsiz duracak veya bir doğru üzerinde sabit bir hızla hareket edecektir. Newton'un bu ifadesi şöyle açıklanabilir: Bir kuvvetin uygulanmasıyla durumu değişmeye mecbur edilmediği takdirde, her cisim bulunduğu hareketsiz halinde veya düzgün hareket halinde kalır. İkinci yasa olan "Dinamiğin Temel Yasası"na göreyse, bir cismi etkileyen kuvvetlerin bileşkesi sıfır değilse cisim mutlaka ivmeli bir hareket yapar ve ivme her an bileşke kuvvetle doğru orantılıdır. Yani bir cisme bir kuvvet uygulanırsa o cisimde bir ivme meydana gelir ve ivme kuvvetle orantılıdır (F = m.a). Üçüncü yasa ise "Etki tepki yasası"dır. Bir A cismi bir B cismine bir F kuvveti uyguluyorsa, B cismi de A cismine zıt yönde ama ona eşit bir F kuvveti uygular.

Bütün deneyler gösterir ki; nerede ve ne zaman bir ivme meydana gelirse, bu ivme iki sebebin yalnız birinden veya her ikisinden dolayı meydana gelir. Bu ivme, kullanılan sistemin mutlak bir eksenler sistemi olmadığından veya başka cisimlerin etkisinden veya her iki sebepten ötürü olabilir. Başka bir sebep mümkün değildir.

İşte oka hız kazandırmaya yarayan ivli bir sistem geliştirmek için bu temel fizik prensiplerinin mutlaka bilinmesi gerekmektedir.

Peki ama bu karmaşık sistem 18. yüzyılda keşfedilmeden yıllar önce, sanki bu kurallardan haberdarmışçasına bir oka ivme kazandıracak sistem nereden bilinmiştir?

18 yüzyılda keşfedilen İvme Sistemi'nin çok daha eski çağlarda kullanılmış olduğu kanıtlandığına göre, şimdi de eski çağlardaki bilim seviyesine bir göz atalım.

Eski Çağlarda Bilim

İnsanlığın düşünce tarihine bakıldığında pozitif bilimler yakın geçmişte karşımıza çıkar ancak buna rağmen oldukça hızlı gelişmişlerdir.

Bilim tarihi hakkındaki bilgilerimiz araştırmacıların elde ettikleri milattan önceki yüzyıllara ait kalıntılarla sınırlıdır. Bu bilgiler ışığındaki bilgilere göz attığımızda, bilim tarihiyle ilgili, eski çağlara ait şu bilgiler karşımıza çıkmaktadır:

En eski uygarlıklardan bir olan Çin Uygarlığında bilimsel faaliyetin başlangıcı M.Ö. 2500'lere kadar götürülebilir. On ikinci yüzyıldan itibaren yapılan seyahatler sonucunda, matbaa ve barut gibi teknik buluşlar, Avrupa'ya Çin'den götürülmüştür. Diğer uygarlıklardan farklı olarak Çin'de daha çok aritmetik ve cebir bilimleri gelişme göstermiş ve hatta geometri problemleri bile bu iki disiplinden yararlanılarak çözülmeye çalışılmıştır. Teknik açıdan devrine nispetle oldukça gelişmiş bir düzeyde bulunan Çin astronomisinde, Galilei'den önce Güneş lekeleri konusunda bilgi verildiği görülmektedir. Ayrıca astronomi metinlerinde, meteor ve meteoritler ile nova ve süpernovalar hakkında kayıtlara da rastlanmaktadır.

Hint uygarlığına bakacak olursak, buradaki bilimsel etkinliklerin başlangıcını M.Ö. 5000'lere kadar geriye gittiğini görmek mümkündür. M.S. beşinci ve on ikinci yüzyıllar arasında Hintliler, trigonometrik oranları da dikkate almak suretiyle, Güneş-Yer, Ay-Yer uzaklıklarını, Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin konumlarını ve dolanım periyotlarını hesaplamaya çalışmışlar ve bunlarla ilgili sayısal değerleri içeren eserler bırakmışlardır.

Nil nehri civarında gelişen Mısır uygarlığı M.Ö. 2700 yıllarından itibaren matematik, astronomi ve tıp konularındaki etkinliklerle parlamıştır. Mısırlılardan kalan eserler arasında en önemli yeri birer mimari harikası olan piramitler tutar.

Mezopotamya'daki uygarlığının başlangıcı M.Ö. 3000 yıllarından öncesine gider. Modern astronominin temelinde Mezopotamya astronomisi bulunur. Mezopotamyalılar cebir ilminin kurucusudurlar. Gelişmiş bir rakam sistemine sahip olmaları cebir konusunu da ilerletmelerini sağlamıştır. Thales Teoremi'ni dik üçgenler için bulmuş ve kullanmışlardır. Daireyi 360 dereceye bölen de Mezopotamyalılardır.

Coğrafi konumu çeşitli bölgelerle bir köprü niteliğinde olan Anadolu uygarlığıysa çeşitli çok çeşitli yönlerden gelişmiş bir uygarlık olarak karşımıza çıkar. Bazı Anadolu uygarlıkları arasında Hitit, Urartu, Firig ve Lidya uygarlıkları sayılabilir. Batı Anadolu'daki Lidya uygarlığının en büyük başarısı ise parayı icat etmiş olmasıdır. Böylece o dönemin ekonomik hayatında büyük gelişme sağlanmış, modern ekonominin temelleri atılmıştır.

Görülmektedir ki bilim, ilgili verilere ulaşabildiğimiz bu eski çağlarda dahi çok ileri bir seviyede bulunmaktaydı.

Günümüz teknolojisinin bize eski çağlarla ilgili yeni bulgular sunduğunu belirtmiştik. İşte 5000 yıllık oklarda ortaya çıkan bilimsel zeka da bize eski çağlardaki insanların bilimde ilerlemiş olduklarını ve bilim tarihinin sandığımızdan çok daha eskilere dayandığını kanıtlayan önemli bir bulgudur.

Allah'ın 14 Asır Önce Kuran'da Bildirdiği Bilimsel Gerçekler Yeni Keşfediliyor

Allah Kuran'da, 20. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçekleri bundan 1400 yıl önce insanlara bildirmiştir.

Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan ve Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bazı bilimsel gerçekler ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için de, bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atalım.

Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesile aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki ucunda yüksek dağlar vardı. Bu dağların ise birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tuttukları düşünülüyordu.

Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Rad Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.

İşte Kuran bize, Allah'ın üstün ilmini insanlara dilediği dönemde öğretebileceğini ispatlamaktadır.

Bu anlamda eski çağlara ait, ileri bilimsel tekniklere sahip kalıntıların bulunması bizleri şaşırtmamalı, aksine Allah'ın üstün ilminin ezeli ve ebedi olduğunu bir kez daha düşünmemizi sağlamalıdır.

----------
- http://www.fenokulu.com/eylemsizlik565.htm
- http://www.bilimtarihi.gen.tr/yenicag/index.html

Siyonizmin Hedefi ve Buna Karşı Yürütülecek Fikri Mücadele


Siyonizm dünya siyaset sahnesine ırkçı ve Yahudilerin diğer milletlerle birarada yaşayamayacağı yanılgısını savunan bir ideoloji olarak çıktı. Bu çarpık bakış açısı önce diasporada yaşayan Yahudiler için büyük sorunlara neden oldu. Daha sonra da Ortadoğu'da yaşayan Müslümanlara -İsrail'in işgalci ve baskıcı politikaları nedeniyle- kan, ölüm, terör ve yokluğu getirdi.

Kısaca, Siyonizm aslında dini değerlerden değil seküler felsefelerden kaynak bulan bir ideolojidir. Ne var ki diğer bazı aşırı milliyetçi hareketlerde görüldüğü gibi, Siyonizm de bazı dini değerleri kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaya kalkışmıştır.

Sosyal Darwinizm’in Siyonizme Etkisi

Siyonizmin barbar ve acımasız bir ideoloji olmasının ikinci bir nedeni ise, 19. yüzyıl Avrupası'na hakim 'sömürgecilik' ideolojisine bağlı olmasıdır. Sömürgecilik, sadece siyasi ve ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda bir ideolojidir. Batı'nın sanayileşmiş milletlerinin, bu alanda geride kalmış olan milletleri sömürme, onların topraklarını işgal etme hakkını taşıdıklarına, bunun sözde 'milletler arası yaşam mücadelesi'nin doğal bir sonucu olduğuna inanan söz konusu ideoloji, Sosyal Darwinizm'in bir ürünüdür. Bu ideoloji çerçevesinde, İngiltere, Hindistan, Güney Afrika ve Mısır'ı sömürgeleştirmiş; Fransa, Hindiçini'ni, Kuzey Afrika'yı ve Guayana'yı kolonileştirmiştir. Siyonistler ise bu örneklerden esinlenerek Filistin'i Yahudiler adına sömürgeleştirmeye karar vermişlerdir.

Ancak Siyonist sömürgecilik, İngiliz veya Fransız sömürgeciliğinden daha kötüdür. Çünkü İngiliz ve Fransızlar, kolonileştirdikleri ülkelerin halklarına (kendilerine boyun eğmek şartıyla) yaşam hakkı tanımışlar, hatta bu ülkelere eğitim, adli yönetim, alt yapı alanlarında bazı katkılarda dahi bulunmuşlardır. Ama Siyonizm, Filistin halkına yaşam hakkı tanımamış, onlara karşı "etnik temizlik" uygulamış, kendi idaresi altında yaşattığı Filistinlilere en ufak bir katkı sağlamamıştır.

Filistin’de Yaşam Zorluğu

Günümüzde Filistinliler, en temel ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlanmakta, elektriği ve suyu İsrail izin verdiği müddetçe kullanabilmekte, geçimlerini sağlayabilmek için kilometrelerce yol gidip oldukça düşük maaşla çalışmaktadırlar. İşlerine gitmek veya yakın bir mülteci kampında yaşayan akrabalarını ziyaret etmek için yola çıkan Müslüman halk için on-onbeş dakikadan uzun sürmeyecek yolculuklar tam bir kabusa dönüşmektedir. Çünkü sık aralıklarla kurulmuş olan kontrol noktalarında Filistinliler sürekli kimlik kontrolünden geçmekte ve her kontrolde sözlü ve fiili tacize uğramakta, hor görülüp, aşağılanmaktadırlar. Müslüman halk için pasaportları olmadan bir noktadan bir noktaya ulaşmak mümkün değildir. Üstelik İsrail askerleri zaman zaman 'güvenlik' gerekçesiyle yolları kapadığı için çoğu zaman işlerine, gitmek istedikleri yerlere ve hatta hasta olmalarına rağmen hastaneye bile gidememektedirler. Tüm bunların yanı sıra halk her gün bombalanma, öldürülme, yaralanma veya tutuklanma korkusu içinde hayatına devam etmektedir. Çünkü sadece yukarıda saydığımız koşular değil, fanatik Yahudilerin bulunduğu yerleşim birimleri de Müslüman halk için ciddi bir tehdit unsurudur. Müslüman halk sık sık bu birimlerde yaşayan fanatik Yahudilerin silahlı saldırılarına veya tacizlerine maruz kalmaktadır.

Çözüm

Er ya da geç tüm Filistin halkının huzur, güvenlik, barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı günler Allah’ın izniyle gelecektir. Ancak bu, Kuran ahlakının insanlar arasında yaygınlaşmasıyla mümkün olacaktır. Çünkü Kuran'da insanların hayır yapmak için birbiriyle yarıştığı, barışı savunduğu, affedici ve hoşgörülü olduğu, sevgiyi, saygıyı ve merhameti ön planda tuttuğu bir ahlak tarif edilmektedir. Kuran ahlakının yaşandığı bir ortamda şiddetin, kavganın, çatışmanın barınması mümkün değildir. Dahası, Kuran ahlakı hakkıyla yaşandığında ve birlik ruhuyla hareket edildiğinde Müslümanların arasındaki dayanışma artacak ve zulme karşı hep birlikte fikri mücadele etme gücüne kavuşacaklardır. Bu nedenle Kuran ahlakının yaşanması, yalnızca Filistin'de değil, dünyanın dört bir köşesinde yaşanan zulümlerin de sona ermesinin yolunu açacaktır. Burada tüm Müslümanlara düşen sorumluluk ise bu ahlakın yaygınlaşması için gösterilecek çabadır.